Güncelleme Tarihi:
Prof. Dr. Gökhan G. Töre, Tıp literatürüne adı geçmiş, öncü bir jinekolog onkologtu. Altı ay önce kendisine karaciğer kanseri teşhisi kondu, üç ay sonra da vefat etti. Hastalığını aşama aşama izledim, hissettim. Ameliyatından sonra müthiş bir enerji kaybına uğrayınca ne olacağını anlamıştı. Bir kez olsun “Neden ben?” demedi, “Yahu nasıl ayrılacağım sizden” dedi. Uzun yıllar Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde hastalarına ve öğrencilerine hizmet verdi, Avrasya Hastanesi Onkoloji Merkezi’nin kurucusu ve başkanıydı. Her şeyden önemlisi ailesine değer veren, eşine âşık bir hümanistti. Benimse komaya girdiğinden haberim olmadığı son gecesinde, rüyamda vedalaştığım gönüldaşımdı. Bana “Ben gidiyorum, sevdiklerim bekliyor. Sen kal, yemek var” dedi. Onu, “Seni çok seviyorum” diye yanıtladığımda her zaman yaptığımız felsefe sohbetlerinde olduğu gibi konuştu: “Bak kızım, cümledeki ‘çok’ kısmını at, çünkü o bana söyleyeceğin bir ifade değil. Ama sevgiyi konuşmak istersen, ona varım! Hadi şimdi git yemeğini ye, marş marş” dedi.
Eşi Nihal, ondan on beş yaş küçüktü. Modern ve geleneksel tüm değerleri özümseyip, güzel yansıtan bir çift olmuşlardı. Nihal’ciğim aralarında çıkan en büyük anlaşmazlığın sadece biricik oğulları Gökhan için olduğunu hatırlıyor. Kıskançlık, özensizlik, ihmal? Hiç! Her ay mutlaka ya evlerinde ya da dışarıda görüşmesek, bu zarafete tanık olmasam, inanmazdım sanıyorum. Vefat etmiş insanın arkasından iyi konuşulur gibisinden bir durum değil, çünkü bana göre Gökhan Amca yaşam kontratındaki dersleri tamamlamış birisiydi. Ölümünün ardından aylarca elimi süremediğim kitabımın son bölümü de, tesadüfen (!) “zarafet” dersini anlatıyordu. Her şeyle uyum içinde yaşayan, mütevazı, içsel bilişe sahip, yetenekleri olan bir kılavuzdu o. Eşine, oğluna, annesi İlkdüşer Hanımefendiye, hastalarına, bana vs. mutlaka bir şey öğretirdi. Annesinin, kayınvalidesinin, geçen sene benim dahi jinekoloğum olmuştu. Bir gün bana “Yoksa tabun mu var?” bakışı attığı gün muayenehanesinde aldım soluğu. En son hastasından sonra mutlaka geometri problemleri çözer, 18’de evine giderdi. Her yıl kendisine üniversiteye giriş sınavı yapar “Bu sene de Tıp fakültesini kazandım” diye espri yapardı. Coğrafya, tarih, yemek kültürü, koleksiyonculuk, giyim gibi konularda nerdeyse uzman olmakla kalmamış benim yüzümden antropoloji kitapları dahi edinmişti. Ama (oğlu) Gökhan ve beni en çok etkiyen, belki de bizde böyle bir beklenti yaratması sebebiyle yuva kurmaya çekindiğimiz, gerçek bir aşk öyküsü izliyor olmamızdı.
Kalabalıklar çekilince, evlerinin kapısını çaldım. Nihal’ciğime, “hazırlan gidiyoruz” dedim. Gece onun mahzeninden bir şarap seçtik, hem ağladık, hem güldük. Fotoğrafları ve kütüphanesinin olduğu odaya yatağımı yaptık. Sabah beşe kadar kitaplarını tek tek çıkarıp, inceledim. İçimde buruk, ama sıcak duygular, sabah bavulumuz elimizde İstanbul’a bir saat uzaklıkta bir yere kaçtık. Denize yakın, sessiz bir doğanın içinde, odamızda hamam ve bin bir çeşit ikramdan dolayı şaşkındık. Sanki Tanrı saçımızı okşuyordu. Duygularımızdan kaçamadık belki ama bu iki gün bir yere gitmiş olma hissi, bize çok iyi geldi. Kedere gömülmek yerine, tam da onun seveceği güzel bir yerde Gökhan Amca’yı andık biteviye…