Güncelleme Tarihi:
Anı kitabı değil, öyküler değil, kendi deyimiyle tuttuğu kısa notlar...
Mesela bir otel anlatıyor; ‘Şark yolu üzerinde en güzel vilayetlerimizden birinin merkezinde(yim)’ diye, neresiyse.
Eski zincirli hanlardan bozma bir otel. 1935-1938 arası bir tarihteyiz. “Bana (sokağa bakan) odalardan en lüksünü açtılar. Güzel bir gardrop ve lâvabo... Bir daire koltuğu... Üstünde kristal bir hokka takımı bulunan bir şık masa...”
“Pencerenin iki tarafında iki karyola... Odaya başkasını koymamaları için bunların ikisini de tuttum...”
Anadolu otellerini bilmeyenler, bu son ifadeye hayret edebilirler. Halbuki ben, tanımadığım insanlarla pek çok gece geçirmişimdir böyle otel odalarında. Kuşetli yahut yataklı vagon misali...
(Kuşetli deyince, tren yolculuğuna genç, yanaşma kılıklı bir kızla çıkmış, yatağın 60 santimlik enine ve yağlı koca göbeğine bakmadan gece boyu kan ter içinde, oflaya püfleye ‘güreş tutan’ oda arkadaşları bile gördüm. Altın dişiyle sırıtarak, bana ‘Delikanlı - 14 yahut 15 yaşındaydım o zaman - sen yatarkene hele arkanı dönersin artık!..’ diye tembih de ettiydi...)
Reşat Nuri’nin otel odasında bir küçük sac soba var imiş. Ama otelde odun deposu, zaten odun da yokmuş. O tarihte alafranga özentisiyle ‘karsun’ dedikleri odacıbaşı, gece gündüz, kar tipi demeden, hiç surat etmeden (geceleri yataktan kaldırıldığından, “içdonu ve çorapsız şıpıdak pabuçla”) sokaklara düşüyor, çalı çırpı topluyor, viranelerden tahta kırıp getiriyormuş.
“Fakat benim soba doymak bilmez bir canavar” diyor Reşat Nuri, “Bunları bir anda harlatıp yakıyor...”
Neyse ki bir ara, katır sırtında bir oduncu paydâh oluyor da...
Ağzımın suyu akarak, her paragraftan sonra uzun uzun dalıp giderek okuyorum.
İtiraf ediyorum, okudukça ‘KALK GİDELİM’ler geliyor yine bana!..
Doğu ve soba hatıralarım depreşiyor...
*
Evvela, otel deyince, Erzurum’da sık sık kaldığım otel geliyor gözümün önüne. Ak sakallı (dindar) amcanın oteli. Adını unuttum. Eski Oran Oteli’nin karşısındaydı. Asansörsüz, dik bir merdivenle çıkılan katta, yüksek tavanlı, uzun bir koridor ve iki tarafına açılan odalar vardı. Koridorda Ruslar’dan kalma koca bir kömür sobası yanardı, gürül gürül. Mis gibi beyaz çarşafları olan, kuş tüyü yatakları vardı.
Gece müşteriler odalarına çekilirken, odacıbaşı kapıyı tıklar, tek tek herkese sorardı:
- Kapı açık mı kalsın, çekeyim mi?
Odalarda soba yoktu. Müşteriler genelde kapı açık uyurdu geceleri, koridordaki sobadan istifade etmek için.
*
Sonra, nöbete kaldığım Kanlıtabya’nın sobası. Artık ‘topal ördek’ sırasına girmiş bir asteğmen olunca, kendimi cephaneliğe ‘nöbete yazar’ olmuştum. Bir takım asker ve ben, şehrin dışında bir tabyada. Burası kışla gibi değil, gece yapacak pek şey yok. Son nöbetçileri de gönderip, denetledikten sonra, vurur kafayı uyurdum.
Nöbetçi subayının odasında, hâkî perdeyle ayrılmış bir asker yatağı vardı. Saman dolu, taş gibi. Çarşaflar, battaniye de testere gibi alimallah, adamın derisini törpüler...
Dışarıda hava buz, geceleri ayazda - 30 derece, - 40 !
Nö.Sb.nın kapısında bekleyen Mehmetçik, koca kömür sobasından da sorumlu. Garibim, dışarıda boku donar, ama o hiç yüksünmez, ‘Gomutan üşümesin’ diye çırpınır.
Gece üç kere, dört kere, koca ağır kapı (düştüğü için gacırdayarak) ‘ıyyyyyyyk’ diye açılır, postallarının ucuna basa basa nöbetçi, sağ eli tüfeğinin kayışında, sol elinde bir kömür kovasıyla girer, koca sobanın ağzını usulca açar ve kovayı, haliyle büyük bir gürültüyle, takır tukur sobaya boca eder. Ve tabii kapının önünde bekleyen kar kovasının üstüne kar yağdığı için, sıcak soba suyu görünce patlayacak gibi olur, üstündeki döküm kapak ‘paaat!’ diye bir havaya fırlar, yanardağ patlamış gibi tavana kadar kara buhar fışkırır, odanın içinde yağlı yağlı kurum uçuşmaya başlar...
Sanki bütün bu tarrakada uyuması mümkünmüş gibi, Mehmetçik, ‘uyandı mı’ endişesiyle Gomutan’a dönüp bakar; kımıldamadığını görünce, soğuktan donmuş, çatlamış kaba ellerini biraz sobaya uzatıp ısıtır, kafasında yeşil kar başlığı, kızarmış burnunu iki kere çeker, sonra yine ayaklarının ucuna basa basa yavaşça çıkar, nöbetine döner.
Ve bu ritüel, her gece, üç, dört kere tekrarlanır. Bütün itinasına rağmen, kapıdaki asker ‘Şu kömür kovasını karın altında bırakmayayım, içine su dolmasın’ demez, her gece o soba üç, dört kere bomba gibi patlar...
*
Son olarak da, tabii ki, Kars’taki odama kurduğum sac soba...
Ama o ayrı bir hikaye. Uzun bir hikâye.
Artık başka sefere!