Güncelleme Tarihi:
''Gerçek ve yanılsama arasındaki farkı bilmiyorsun sen” diyor Elizabeth Taylor ‘Kim Korkar Hain Kurttan?’ filminde Richard Burton’a. “Bilmiyorum ama biliyormuş gibi yapıp devam edelim” diyor o da ayrılamadığı karısına. Ve devam ediyorlar. Filmlerde olur bunlar; bilmiyor gibi yapıp devam ederler, biz de bir hayale kapılırız bir-iki saat için de olsa.
Oysa filmlerde değil gerçek hayatta da beraber Taylor-Burton o sıralar: Habire kavga ediyorlar ama çok da seviyorlar birbirlerini. Böyle aşklar var elbet; var da sonunda onlar bile biliyorlar ki beraber olmaları imkânsız ve geri dönmemek üzere ayrılıyorlar. Çünkü gerçek hayatta gerçeği bilmiyormuş gibi yapamazsınız; çünkü gerçek ve yanılsama arasında derin bir fark vardır ve çünkü insanlar ne kadar severse sevsin bazen dönmenin sadece bitmek olduğunu bilirler bir yerde… Ve dönmezler!
YİNE YAKMIŞ YAR MEKTUBUN UCUNU
Yani Türk değillerse. Türkiye’de gidince dönülmeyen tek şey vardır: Ölüm. O da elleri mecbur olduğundan; yoksa bir yolunu bulup pekâlâ da geri dönmeyi becerirlerdi bugüne kadar.
Ama bu konuda da emin olamıyorum zira mesela politikadan ve bu ülkeden elini eteğini sonsuz seferler çeken ama sonra sanki sabah işe gidip de akşam dönmüş kadar büyük bir rahatlıkla her şeye yeniden başlayan Süleyman Demirel henüz hayatta. Allah uzun ömür de versin ama dediğim gibi bu gidip gelmek konusunda üç nesle şapka çıkartan bir üstadın diğer tarafa da gidip dönebilmesini imkân dahilinde görüyorum.
Ki biliyorsunuz politikaya da mahsus değil “aa bu da mı dönmüş” şaşırmalarımız. Jübile kahramanımız Adnan Şenses’ten (jübile: Yahudi inanışlarına göre elli yılda bir olageliyor, yaşını siz hesap edin), kendisini uzun zamandır merak etmediğimiz halde ‘gidiyorum işte’ konulu kompozisyon ödeviyle müziği bırakan ve bu haber daha doğu illerine ulaşmadan ‘asla dönmeyeceği’ her şeye dönen Teoman’a, gazete köşesinde “Siz bu satırları okurken, ben artık emekli bir romancı olacağım. Romanı bırakıyorum” yazarak hisli bir şekilde romana veda eden ve elbette hemen yüzlerce sayfalık bir roman çıkaran, sonra bir tane daha ve evet bir tane daha çıkaran Tuna Kiremitçi’ye uzanan aman bırak gitsin nasılsa döner takımına gıcır bir isim ekledik bu hafta.
12 Nisan 2013 tarihinde bize (yani habire kavga ettiği sevgilisini, kendisine eziyet eden patronunu, hiç sevmediği şehri, kötü yürekli arkadaşını hatta nefret ettiği halde tavanı akan evini bile terk edip gidemeyen sıradan ölümlülere) Veda Zamanı ismini koyduğu yazısının bu hayatta artık son yazısı olduğunu anlatmıştı büyük olasılıkla gözyaşları içinde (bu kadar duygusal satırlar kalbi taş değilse göz yaşarmadan yazılmaz) sinema yazarımız:
“Bugün artık Emek (sineması) yok! Benim için ne yazının ne sözün önemi kaldı. Ve bırakmak kaçınılmaz oldu”.
Türkiye’nin ilk sinema yazarlarından olan, usta Atilla Dorsay kalpleri fethettiği ‘yazıya veda’ yazısı çıktığı andan itibaren bu durumu anlatmak için röportajlara başladı. Herhalde anlamını yitiren sözden kastı başkaydı zira konuşmadığı medya organı kalmadı; kan, ter ve bilhassa gözyaşı yaratan durumlara seyirci kalamayan köşe yazarları ve şöhretler ardından ağıtlar yaktı: Mizah yazarlarından (Gani Müjde) dış haberlere (Amberin Zaman) herkesin ortak veryansın noktası: Bak bir çınar gibi gitti başı dik, beğendiniz mi yaptığınızı? iken da daaaa Cannes Film Festivali’nden en azından benim beklediğim müjde geldi: Atilla Dorsay sinema yazılarına başlıyordu! Hiç gitmemiş gibi!
MAZİYE KARIŞTI ŞİMDİ YEMİNİM
Gidişiyle karalar bağlayan medya siteleri daha sanal mürekkepleri kurumadan dönüşünü normal karşıladılar. Arkasından günlerce “İşte ilke abidesi adam” twitlerine maruz kaldığımız sinema yazarları, gazeteciler, özgür düşünceye saygıcılar bu muhteşem dönüş karşısında suspus oldular.
Neden olmasınlar? Kendilerinin de bir gün pekâlâ her şeyi bırakıp sonra tıpış tıpış dönebileceğini, bu verimli toprakların daha çooookk su kaldıracağını, öyle hafızasının gücüyle bilinen insanlardan oluşmadığımıza göre nasılsa bunun da şıp diye unutulacağını biliyorlar nasılsa. Önemli olan sadece arada bir ‘gidiyorum işte’ hüzünlerini yaşatmak; Sezen Aksu konserinde el ele ayrılık şarkıları söyleyen sevgililer benzeri bir şizofreni.
Ama Atilla Bey onlara benzemez. Döndüyse, sinema yazılarına son verdiğini ilan etmesinin üstünden geçen 30 küsur günde yazmak istediği kitapların hepsini yazmış, Emek Sineması’nın yıkımını kahramanca önlemiş ve ‘sözün ve yazının’ anlamını tekrar kazanmasıyla dönmüştür. Yoksa emektar Emek Sineması’nı kendi PR’ı için kullanmış olurdu sadece. Ki Türkiye’de böyle şeyler olmaz. Hiç olmaz.