Güncelleme Tarihi:
Diyet sözcüğünün kendisi bile mahrumiyet hissi yaratmaya yetiyor ama programa katılanların hissettikleri mahrumiyet nedenlerinin başında “miktar ve lezzet” konuları geliyor. Haksız da sayılmazlar.
Kilo programlarında katılımcılara verilen yiyeceklerle doyup doymadıkları ve yediklerinden arzu ettikleri lezzeti alıp alamadıkları konusu ciddiye alınmıyor. Aslında diyet planlarını hazırlayan beslenme uzmanlarının da işi kolay değil. Çünkü miktar ve lezzetten fedakârlık yapmadan belirli bir kalori ölçüsünü tutturmaları çok zor.
AÇ KALMAYIN
Miktar sorununu çözmenin en kolay yolu, mönülerde sebzelere daha çok yer vermekten geçiyor. Örneğin hazır soslar ve fazla miktarda yağ eklemezseniz “salatalar” bol miktarda yenebiliyor. Ayrıca ara öğünlerde ve açlık hissedilen zamanlarda atıştırmalık olarak sebze parçacıkları, şekeri az meyveler kullanılabiliyor. Yani yağ, sos, ekmek kırıntıları, peynir, fasulye, mısır, nohut taneleri, et, tavuk parçaları eklemezseniz daha kolay doymak için salatalardan faydalanmak mümkün.
Lezzet konusuna gelince... Ne kadar gayret ederseniz edin, lezzet konusunu halletmek pek kolay iş değil. Çünkü “lezzet” denilen keyfin, hazzın, tadın arka planında sağlıklı bir kiloyu sürdürmenin başlıca düşmanları olan o ünlü üç beyaz var: “Tuz, şeker, yağ”.
LEZZET ŞART
Eğer tuzlu, şekerli ve yağlı yemeyi sürdürürseniz kilo vermeniz de, sağlıklı kilonuzu korumanız da zorlaşıyor, hatta imkânsız hale bile gelebiliyor. Ne var ki yağı, tuzu azaltılmış, şekeri sınırlanmış bir beslenme planına uzun süre uymak da çok zor bir iş.
Tuzu, tuza benzer bazı destekler ve şekeri tatlandırıcılarla kısmen de olsa halletmek mümkün ama yağ kısıtlaması sorununu çözmek hakikaten güç. Özellikle yağlı kızartmalara, yağlı etlere, kebaplara, çorbalara alışmış birisi için yağdan vazgeçmek pek kolay değil.
NASIL BİR YAKLAŞIM?
Benim önerim şu: Kilo sorunu olanlara daha yolun başında yağın, tuzun ve şekerin fazlasının en tehlikeli sağlık sabotajcıları olduğunu sabırla anlatmak lazım. Yani ne kadar yağlı, tuzlu, şekerli yerseniz yiyin kilo almayabilirsiniz ama böyle bir alışkanlığın orta ve uzun vadede sizi damar sertliği, hipertansiyon ya da şeker yönünden tehdit edebileceği kesindir.
Bugüne kadar yapılmış binlerce araştırma bu üç zanlıyı sınırlamadan yalnızca sağlıklı kilonun değil, sağlıklı yaşamın sürdürülmesinin de zor olduğunu gösteriyor. Bu nedenle kilo kaybetmek isteyenlerin, yola çıkarken zayıflama düşüncesini bir kenara bırakıp, sağlıklı beslenmeye odaklanmaları gerekiyor.
Eğer böyle büyük ve kalıcı bir amaca kilitlenirlerse, söz konusu maddelerin eksikliğini bir mahrumiyet durumu gibi görmeyecekler. Tam tersine doğru bir beslenme tarzı oluşturduklarını düşünerek işin keyfini çıkaracaklar.
NE YAPMALI?
Lezzet ile ilgili sorunların nasıl halledileceğine gelince... Bu konuda en önemli yardımcınız doğal ot ve baharatlarlardır. Kekik, kimyon, nane, maydanoz, tarhun, karabiber, kırmızıbiber, limon, sirke “tuz, şeker, yağ” içermemelerine rağmen yiyip içeceklerimize mükemmel lezzetler kazandırabileceğiniz doğal mucizelerdir.
Yemeklerinize salçayı, limon suyunu, portakal dilimlerini, nar tanelerini, kurutulmuş domates kırpıntılarını ve daha pek çok şeyi daha sık ekleyerek düşük kalorili ama lezzetli sofralar oluşturabilirsiniz. Yeter ki karar verin, deneyin ve isteyin.
Önerilerimi sakın “tuz, şeker ve yağ düşmanlığı” gibi algılamayın. Bu tehlikeli üçlünün zaman zaman yaptığınız kaçamaklarda (sık tekrarlanmamaları ve miktar suiistimali yapılmamaları koşuluyla) kullanılabileceklerini düşünüyorum. Ayrıca baklavayı sütlaca, kurabiyeyi keşküle, yağda kızartmayı ızgaraya tercih ederek de keyifli sofralar kurulabileceğine inanıyorum.
Kimlerde Çölyak aranmalı?
Çölyak hastalığı, bağışıklık sisteminin gluten adı verilen proteine karşı anormal bir yanıt vermesi sonucunda oluşan ve ince barsağın iç yüzeyinde hasara yol açan bir hastalıktır. Gluten; buğday, arpa, çavdar ve pek çok hazır gıdada bulunur.
Çölyak hastalığının bulguları kişiden kişiye değişir. Hatta bazı kişilerde hiçbir bulgu olmayabilir. En sık görülen bulgular ise ishal, kilo kaybı, karında rahatsızlık hissi, aşırı gaz, kemik erimesi, vitamin ve gıda eksikliğine bağlı diğer bulgulardır.
Açıklanamayan ishal, kilo kaybı, kansızlık, şişkinlik, gaz, erken yaşta kemik erimesi gibi bulguların varlığında Çölyak hastalığından şüphe edilerek uygun testler yapılmalıdır. Ayrıca Çölyak hastalığı ile sıkça birliktelik gösteren Dermatitis herpetiformis, diyabet, tiroit hastalıkları gibi durumlarda da Çölyak testleri yapılmalıdır.
PROF. DR. EROL AVŞAR
Deoksipiridinolin nedir?
Osteoporozun (kemik erimesi) en sık rastlanan nedeni menopoz sonrası kayıplardır. Yumurtalıklarda yapılan östrojen, osteoblast (kemik yapıcı hücre) üzerine doğrudan etkisi sayesinde kemik erimesini azaltır.
Menopozla birlikte östrojen yapımının durmasıyla, 10-15 yılda, kemik dokusunun yaklaşık yüzde 10-15’i kaybedilir. Hormon destek tedavisi bu kaybı düzeltebilir ya da önleyebilir; ancak kemik yoğunluğunun uzun yıllar boyunca, her yıl ya da iki yılda bir düzenli olarak ölçülmesi gerekir.
Kemik yoğunluğu ölçümü, ön kol kemiğinin bileğe yakın ucundan, bel omurundan ve uyluk kemiğinden yapılır. Kırık riskini bildirmesi açısından önemlidir. Eğer kemik yoğunluğu ile ilgili değişimler fazla değilse ve menopoz sonrası yıllık kemik dokusu kaybı yüzde 2’yi geçmiyorsa, bu küçük ve yavaş kayıpları saptayamayabilir.
Kemik yoğunluğundaki değişimi tanımlayacak biyokimyasal taramalarla ilgili pek çok çalışma yapılmaktadır. Bunlar arasında, idrarda hidroksipiridinolin ve serbest deoksipiridinolin ölçümü kemik erimesi konusunda hızlı ve güvenilir bilgi sunar.
Piridinolin, kemik ve kıkırdakta bol miktarda bulunur. Deoksipiridinolin, kemiklerin organik dokusunun yüzde 90’ını oluşturan TipI kollajen’de yoğun oranda yer alır. Kemik erimesi sırasında kana karışan piridinolin ve deoksipiridinolin idrarla atılır. Beslenme farklılıkları idrara çıkan miktarlarını etkilemez. Gerek kemik erimesi, gerekse hormon destek tedavisinin etkinliği konusunda duyarlı bir göstergedir.
DR. EVREN ALTINEL
Gribe soğan önlemi!
Domuz gribi telaşı arttıkça, birbirinden garip çözüm önerileri ortaya atılıyor. Bunlardan biri de soğanın kesildikten sonra odaya bırakılması halinde grip virüsünü ortamdan emip içine aldığını ileri süren bir şehir efsanesi.
Aslında bu tam bir “eski zaman öyküsü”dür. Aslı astarı yoktur ama dinlemesi de hoş bir hikâyedir. Geçenlerde bir televizyon kanalında bitkilerle tedavi konusunda kendini inanılmaz yetenekli gören ama tıbbın herhangi bir alanında eğitim bile görmeyen bir bitki gurusu da gripten korunmak isteyenlere sabah akşam haşlanmış soğan yemelerini öneriyordu. Bu öneri de sadece bir şehir efsanesi olsa bile kulağa hoş geliyor. Hatta soğanı odada kesip bir kenarda bekletmektense haşlayıp yemek daha doğru gibi görünüyor.
ınsanların panik içinde kıvrandıkları böyle zamanlarda birtakım aklı evveller, uyanıklar, durumdan vazife çıkarmak isteyenler ya da sorunu paraya tabi etmekte kararlı olanların ortaya çıkması normaldir.
Siz siz olun, yiyecek içeceklerle, bitkilerle ya da bitkisel desteklerle özellikle domuz gribi gibi tehlikeli bir sorunu yönetmeye kalkmayın. Doğru bilgi kaynağının sadece ve sadece sağlık uzmanları olduğunu lütfen unutmayın.