Diyarbakır’a niçin gidilir?

Güncelleme Tarihi:

Diyarbakır’a niçin gidilir
Oluşturulma Tarihi: Ekim 21, 2009 11:54

Geçen hafta Diyarbakır’a gittim. Yoksul sokaklarında, siyah taşlardan örülmüş tarihi surların üstünde, yeşil bahçelerde, Dicle kıyısında, kentin modern kesiminde dolaştım durdum. Yürüyüşlerimde bir sorunun yanıtını arıyordum: “İnsan Diyarbakır’a neden gelir?” Bulduğum yanıt belki sizi de Diyarbakır yolculuğuna teşvik eder...

Haberin Devamı

İnsan bir kente neden gider? Ya kentin ilginç mimarisi onu kendisine çeker. Ya görülmesi gerekli tarihi kalıntılar, saraylar, binalar vardır. Ya da bir konser, festival, deniz, güneş, şaşırtıcı doğa manzaraları. Veya doğduğunuz, büyüdüğünüz sokaklarda anılarınızın peşinde geçmişe yürümek istersiniz. Öyle kentler de vardır ki, gitmek için özel neden gerekmez. Sokaklarında boş boş dolaşmak, kahvelerinde oturmak, havasını koklamak, yaşamın akışını seyretmek, renkli gecelerinde kaybolmak istersiniz.

Ben Diyarbakır’a, meftune, ayvalı kavurma, duvaklı pilav, kuzu ciğeri, kaburga dolması, içliköfte, burma kadayıf için gittim. Bu, benim gibi midesine düşkün bir adam için yeterli bir sebeptir. Ama kaç kişi, benim gibi yemeği bahane eder de yollara düşüp, Türkiye’nin bu en unutulmuş kentine gider?  

Haberin Devamı

SUR ÜSTÜNDE TEFEKKÜR

Biliyorum ki, Diyarbakır sevgisiyle yanıp tutuşanlar, bu kente gelmek için onlarca neden sıralayabilir. Örneğin, bu yazının ilk cümlelerini düşünürken oturduğum, aşağıda yeşillikler arasında akan Dicle’yi seyrettiğim asırlık surları gösterebilir. Bir kente sadece sur görmek için giden varsa, bu sav doğrudur. İlk taşını ne zaman, kimin koyduğu bilinmeyen surların öyküsü ilginçtir. Bazalt kale duvarlarına Evliya Çelebi’nin deyimiyle ne demir gülle etki eder ne de diğer silahlar. Geçmişte kenti daire gibi çevreleyen bu siyah surların dört demir kapısı vardır. Kuzeye açılan Dağ Kapısı’ndan Şerbeteyn, Eğil, Palu yönüne gidenler çıkar. Batıya açılan Rum Kapısı’ndan mezarlığa ve Karadağlar’a gidilir. Kıbleye dönük Mardin Kapısı’nın adı üstündedir zaten. Son kapı ise doğuya açılan Yenikapı’dır.

Zıllioğlu Evliya Çelebi’ye göre, kent adını surların siyah duvarlarından almıştır: “O devirlerde güzelliği ile yıldız gibi parlayan bir hükümdar kızı vardı. Yunus peygambere iman getirip Müslüman oldu. Kız çok zengindi. Yunus peygamberin talebiyle siyah granitten bu surları yaptırdı. Acem tarihçileri o kızın adına nispetle buraya Diyar-ı bikr (kız diyarı) demiştir.”

Amacınız sadece, 82 burçlu, 30’dan fazla uygarlığın izini taşıyan bu siyah duvarları görmekse, buyurun gelin. Ama bilin ki, iki saat sonra burçlar bitecek, Diyarbakır’ın gerçekleriyle baş başa kalacaksınız. Bunlar ne kadar hoşunuza gider bilemem. Muhtemelen surların bir köşesine oturup, Dicle boyunca uzanan Hevsel bahçelerine, efsanelerle yüklenmiş Kırklar Dağı’na, On Gözlü Köprü’ye dalıp, “Niye, neden, niçin” diye soracaksınız. Aşağıdaki gecekondulardan, yoksulluğa mahkûm edilenlerden gözlerinizi kaçıracaksınız. Çünkü bu görüntülerin, yüreğinizi çok acıtacağının farkındasınız.

Haberin Devamı

DELİLLER HANI’NDAN BAKIŞ

Bir başkası cami, han, hamamları görmek için Diyarbakır’a gidileceğini öne sürebilir. Doğrudur. Çoğu, Dışkale surlarına sığınmış birçok tarihi eser vardır kentte. Hepsi Ulu Cami’nin etrafındaki dar, karmaşık ve kalabalık sokaklara sıralanmıştır. Örneğin Zinciriye ve Mesudiye medreseleri, şair-sosyolog Ziya Gökalp’in ve şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın evleri, Hasan Paşa Hanı, Sipahi Pazarı, Kuyumcular Çarşısı, Keldani ve Surp Gragos Ermeni kiliseleri, Urfakapı yakınlarında İskender Paşa Konağı, Mardinkapı’da şimdi otele dönmüş Deliller Hanı... Vaktiniz varsa, Türkiye’nin en eski camilerinden Ulu Cami’nin avlusundaki güneş saati ve taş işçiliğine hayran olabilirsiniz. Peynirciler ve yoğurtçular çarşısını gezerken, Diyarbakır’daki peynir çeşitliliğine şaşar kalırsınız.
Benim gibi sıcaktan bunalıp, Deliller Hanı’nın karşısındaki kahvede, küçük iskemlelerden birine oturursanız, kentin gerçeklerinin önünüzden geçip gittiğine şahit olursunuz. Etrafı seyretmeye koyulmadan önce, süslü koca güğümüyle yanınıza gelen satıcıdan, bir bardak soğuk Ava Suse (meyankökü) alıp, içinizi ferahlatmanızı öneririm.

Haberin Devamı

Sokaktaki çoğu kadının muhafazakâr giyimi gözünüze çarpacaktır. Seyrek de olsa, kara çarşaflılar görüntüye girebilir. Erkekler, ceket altında şalvarı tercih eder. Kim bilir, belki böylesi daha rahattır. Bazı erkeklerin başlarına lila renkli poşu sarmıştır. Arada bir, daracık kot pantolonlu kız ve erkekleri görürsünüz. Biliniz ki onlar buralı değildir. Üniversiteye okumaya gelmişlerdir. Kahvede, yıkık duvarların gölgesinde, dükkân önünde küçük iskemlelerde oturanları görürsünüz. Oturup, derin derin düşünmekten başka yapacakları işleri yoktur...
Arada bir önünüzden bir-iki turist geçer. Yüzlerinde şaşkın bir ifade vardır. Durmadan fotoğraf çekerler. Manavlarda yığılı duran dev beyaz lahanaların, dev karpuz ve kavunların, sebze artıkları arasında sağlam yapraklar arayan kadınların, oralarını buralarını çekiştirerek para isteyen küçücük çocukların, camilerin, surlarını fotoğrafını çekerler. Onları görünce, yoksul Afrika’daki gezilerimi hatırlarım. Tıpkı onlar gibi, şaşkınca fotoğraf çektiğim anları...

Haberin Devamı

YOKSULLUĞUN RENKLERİ

Kahvede oturmaktan bacaklarınız uyuşmuşsa, kalkın, biraz yürüyün. Surları izleyip kenar mahallelere yönelin. Karşınıza duvarları eflatun, yeşil, sarı, pembeye boyanmış gecekondular çıkar. Niye böylesine renkli, diye düşünürsünüz. Belki de kararmış yaşamlarını, yoksulluğu renklerle örtmek istiyorlardır... Kapı önünde oturanlar, yarı çıplak koşturan çocuklar, damlarda uçuşan yıkanmaktan solmuş çamaşırlar, çalılarla yakılmış tandır fırınlarının duvarlarına ekmek yapıştıran, patlıcan közleyen yaşlı kadınlar, çöp yığınları, kemikleri sayılan köpekler geçer gözünüzün önünden. Bilin ki bunlar Diyarbakır’ın gerçeğidir. Tarihin peşinde koşup dururken, karşınıza çıkıverir yüreğinizi sızlatır, haberiniz olsun.

Haberin Devamı

Caddelerde dolaşırken sık sık önünüze yandan sepetli motosikletler çıkar. Rus malı motosikletlere sonradan takıldığı ilk bakışta anlaşılan sepetler, Pakistan’daki kamyonlar gibi resimlerle süslenmiştir. Egzozları sarı, yeşil, kırmızı boyanmıştır. Motosikletin üstüne kenarları işlemeli, renkli örtüler atılmıştır. Bunlarla çoluk çocuk bir yerlere gider, eşyalar taşınır, hastaneye hasta yetiştirilir, sevgiliye caka atılır.

Motosikletlerin bazılarını izlediğinizde, yolunuz Bağlar semtine düşer. Burası 1960’lı yıllara kadar buz gibi sularda karpuzların çatladığı, asmalardan salkım salkım üzümlerin sarktığı, bazalt taşından siyah köşklerin, bağevlerinin bulunduğu bir semtti. Ya şimdi!.. Kime sorsanız size bu semtten uzak durmanızı tembihler. Çünkü burası, 1990’larda köylerinden zorunlu göç ettirilenlerin sığınağıdır. Kaderine terk edilmiş daracık sokaklarına ne bir yabancı ne de yasalar girebilir. Çıplak ayaklı küçücük çocuklar, hiçbir şeyden habersiz şen çığlıklarla koşuşturup durur. O şen çocuklar, gösterilerde en ön sıraya geçip lastik yakar, polise taş fırlatır. Bu eylemler oyundur onlar için.

Surlardan uzaklaştıkça kentin görüntüsü değişir. Çirkin, çok katlı apartmanlar, nispeten geniş caddeler, mağazalar, lokantalar, alışveriş merkezleri belirir. Otomobil plakalarına baktığınızda, sanırsınız ki tüm Ankara ve İstanbul buraya akın etmiştir. Oysa gerçek sebebi Diyarbakırlının şehirlerarası yollarda, polis kontrolüne takılma korkusudur. Modern Diyarbakır’da görülecek hiçbir şey yoktur. Zaten bu semtlerde kente tayinle gelen, döneceği günü iple çeken bankacı, hâkim, öğretmen, doktor, eczacılar oturur.

Diyarbakır’a gitmek için bence tek gerçek neden, Türkiye’nin batıdaki birkaç kentten oluşmadığını, Güneydoğu’nun gerçek yüzünü görmek ihtiyacıdır. Bu gerçeklere pek aldırmıyorsanız gitmeyin, yoksa yüreğiniz acır.

Diyarbakır Fırını’nın salepli çöreği

Diyarbakır toprakları bereketlidir. Sebze, meyve çeşidi boldur. Hele bir üzümleri vardır ki, benzerine rastlanmaz. Tamı tamına 38 çeşit üzüm yetişir. Türk şarapçılığının baştacı olan Boğazkere’nin anavatanı burasıdır. Diyarbakır mutfağının kraliçesi patlıcandır. Günlük yemeklerde, düğünde, bayramda hep patlıcan bulunur. Ondan yapılan meftunenin, belibağlının (karnıyarık), ekşili dolmanın, kızartmanın, babaganuçun, düzmenin ve bezirgân aşının tadına doyum olmaz.

Düğünlerin vazgeçilmez yemeği “duvaklı pilav”, damakta unutulmaz tatlar bırakır. Sumak ekşisiyle yapılan etli kabak, patlıcan, biber dolmalarını yemeye doyamazsınız. Ayvayla yapılıp küpe basılan “ayvalı kavurma”, kışın insanın aklını başından alır. Pirinçle doldurulan bol baharatlı bumbar dolmasının, elma dizmesinin, nardan aşının, perde dolmasının, Hacı Şiraç’ın çiğköftesinin, Sıtkı Usta’nın ve Saim Usta’nın burma kadayıfının, Diyarbakır Fırını’ndaki salepli çöreğin, yağlı ekmeğin, taş fırın pidesinin tadı öyle kolay kolay anlatılamaz. Diyarbakır denince akla kuzu ciğeri gelir. Kırmızı bibere bulanıp, kömürde kızartılır ve üç öğünde de yenir. Şişteki ciğere karından çıkartılmış yağı sararsanız “perdeli ciğer” olur ki, tadına doyulmaz. Ünü ülkeye yayılan yemeği ise kaburga dolmasıdır. Etle pilavın birlikteliğinden doğan törensel bir yemektir. Halep’ten Lice’ye gelmiş, kent mutfağının baş köşesine oturmuştur. Selim Nazlıcan bu yemeği, evlerden çıkarıp lokantaya taşımıştır. Ünlü ustaların çoğunu da Selim Amca yetiştirmiştir.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!