İhsan YILMAZ
Oluşturulma Tarihi: Mart 08, 2003 22:17
Divan edebiyatı anlatacak kişinin kılığı ve kıyafeti divan edebiyatına uygun olmamalıdır. Tam tersi olmalıdır. Sadece kıyafeti değil, davranışları da farklı olmalıdır. Ben belki bunu başardım.
Yayın dünyasında çok satan ya da çok satma iddiası olan kitapların reklamlarını bilbordlarda görmeye alıştık artık. Son günlerde İstanbul'un farklı semtlerinde bir örneği daha var: İskender Pala'nın, L&M-Babil'de Ölüm, İstanbul'da Aşk adlı yeni romanının tanıtım afişleri. İskender Pala, romanında Leyla ile Mecnun'un Fuzuli tarafından kaleme alınışından itibaren günümüze ulaşan macerasını anlatıyor. Bir anlamda divan şiirinin serüvenini romanı içerisinde veriyor. Divan şiiri denilince pek çok kişinin aklına gelen ilk şey aruz kalıbı: Failatün failatün failün! İşte dilimize pelesenk olan o nakarat, Pala'yla bilborda çıkmış oldu. Edebiyat çevresi dışında pek çok kişi belki İskender Pala adına ilk kez bu bilbordlarda rastladı. Ama Pala, akademisyenliği dışında hiç de azımsanmayacak bir kitlenin sıkı takibinde olan biri. 1993'ten beri Divan edebiyatı üzerine verdiği seminerleri dolup taşıyor. Ev hanımlarından öğrencilere, öğretmenlerden avukatlara, sanatçı ve yazarlardan, işsizlere kadar pek çok kişi sanki bir divan edebiyatı terapisine geliyorlar. Pala'nın divan edebiyatını sevdirme çabası bu semirlerle sınırlı değil. Kurduğu L&M Kitaplığı ile (Leyla ile Mecnun'un baş harfleri) divan edebiyatı sözlükleri, antolojileri ve seminer konuşmalarını yayınlıyor.
Divan edebiyatı tutkunuz nereden geliyor? Konferanslar veriyor, kitaplar yayınlıyorsunuz. Adeta her şeyinizi bu işe adamış gibisiniz...
- Ben divan edebiyatı sayesinde varım. Divan edebiyatından o kadar çok şeyler edindim ki. Benim hayatım şöyle geçiyor: Gülle, bülbülle uğraşıyorum, akşama kadar şiir okuyorum. Bunun için dost kazanıyorum, para kazanıyorum, bunun için bana itibar veriyorlar. Böyle bir hayat kaç kişiye nasip olur? O zaman benim bunun karşılığını ödemem lazım Divan şiirine. Divan şairleri fildişi kulelerde, çok yükseklerde duran insanlar değil. Onlar da bizim gibi, dokunabilen, yaşayan, hisseden insanlardı. Böyle olunca, benim bu adamın söylediklerini anlayamamam, acaba o çok üst perdeden söylediği için mi, yoksa ben onu anlayacak seviyede olmadığım için mi? Bu soruyu baştan sordum ve ikinci seçeneği işaretledim.
Seçtiğiniz ikinci seçeneği aynı zamanda misyon olarak da kabul etmiş gibisiniz...
- Ben bir akademisyenim ama daha önceki günlerimde askerdim. Yani bir üniversitede skolastik bir sistemin, asistan, hoca, yüksek lisans, doçent, doktora çarkının dışında bir ortamdaydım. Bu bana farklı bir bakış açısı getirdi. Edebiyat Fakültesi'ndeki doktoram sırasında askeriyeye girdim. 15 yıl askeriyede çalıştıktan sonra binbaşı rütbesiyle emekli oldum. Daha sonra tekrar akademisyenliğe döndüm. Çağımız çok değişti. İnsanlar artık bir şeyleri eğlenerek öğrenmenin peşinde. Bir edebiyat eserini okuyacak zamanın olmayışından şikayet ediyorlar. O zaman insanları eğlendirirken de öğretebilir miyimin peşine düştüm. Önce fıkralarla şiirleri örtüştürdüm, sonra deneme ile şiiri. O zaman anladım ki, insanlar fıkra okuyor ama sonunda bir beyitin iç dünyasına ulaşabiliyorlar. Açık bir şekilde itiraf edeyim, ben bunu askeriyede bulunmama borçluyum. Benim bulunduğum ortamda hiç divan şiiri konuşulmuyordu. Bir yandan gülle, bülbülle uğraşırken diğer yandan postalla, silahla ilgileniyordum. Dolayısıyla o dönem iki kişilikli biri gibi yaşadım.
Divan şiiri üzerine seminerleriniz inanılmaz bir ilgi görüyor. Böyle bir ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
- Karşıma gelen insanı Divan edebiyatını bilmeyen biri gibi kabul edip konuşmamı öyle hazırlıyorum. Benim kılık ve kıyafetimin de etkisi var tabii bu ilgide. Saçımdan tavırlarıma kadar pek çok şey etkiliyor insanları. Siz en güzel sözleri en çatık kaşlı halinizle söylerseniz hiçbir faydası olmaz. En çirkin sözleri bile gülümseyerek söylediğiniz zaman alacağınız tepki farklı olur. Biz bir profesörden ders dinleyeceğiz diye mesafeli olarak gelmiyorlar beni dinlemeye. Beni seminerlerimde hiç kimse Prof. Dr. İskender Pala diye tanımaz. İskender Hoca'yım ben onlar için. Sadece akademik yazılarımda unvan kullanırım. O zaman da onlar beni kendilerine yakın görüyorlar.
Daha çok kadınlar ilgi gösteriyor seminerlerinize.
- Aşkla ilgili konular olduğu için ilgi gösterenlerin çoğunluğunu genç bayanlar oluşturuyor. Divan şiirinin özü de aşk değil midir zaten? Ben bu ilgiyi biraz da şuna bağlıyorum. Türkiye'deki gençliğin yüreği ezik, çizilmiş ve yaralı. Ailesiyle, sokakla, eğitim düzeniyle kavgalılar. Seminerlerimde tam halk tipi bir hocayım aslında.
Divan edebiyatında aşk ile bugün yaşanan aşk çok farklı değil mi? Özlem mi var eski aşklara?
- Her insanın içinde şöyle bir özlem var. Pek çok genç kız, beni seven kişi bana bir şiir yazsa ve bu şiirin içinde de kendimi, ruhumu bulsam, diye düşünüyor. Bu bakımdan bir defa eski aşkların izdüşümünü bugüne getiriyorum ben. Anlattığım dizelerde günümüze gelmeyecek bir şey varsa onu anlatmıyorum zaten. O zaman boşa kürek çekmiş olurum. Onların ruhlarını ve gönüllerini şekillendirmek için anlatıyorum. Ben bir aşk anlatıyorum, onlar ben bu kadarına sahibim diye mutlu oluyor veya bana hiç böylesi rastlamadı diyor. Divan şiiri seminerlerine ilk başladığımda benim altı tane dinleyicim vardı, yedincisi eşimdi.
Atatürk Kitaplığı'nda yapıyordum o zaman. Bu altı dinleyicimden dört tanesi Ferhan Şensoy Tiyatrosu'nda çalışan bayan oyunculardı. Seminer sonunda sordum kendilerine. Ben Divan şiiri anlatıyorum, siz tiyatrocusunuz ve bütün bir kış boyunca zaman ayırıp beni dinlediniz, ne alaka, diye? Bir tanesi dedi ki, biz sizin gibi aşkı anlatacak bir erkeği bu çağda bulamadığımız için buraya geliyoruz. Bu çok enteresandı. Demek ki insanların uzak hafızalarında, bilinçaltlarında hálá o rafine, kaliteli, sözü aşka uygun biçimde duymak isteyen bir tarafları var. Dinleyicilerin çoğunun genç kız oluşunun altında bu gibi nedenler olabilir.
Divan edebiyatı dendiğinde insanların aklına kalıplaşmış yargılar gelir hemen. Bunlar değişiyor mu dersiniz?
- Failatün failatün failün. Hayattan kopuk bir şiir gibi değil mi? Ama bir kısmı önyargıdır, hayattan kopuk oluşu gibi. Zevk dünyası açısından bir takım yanlış anlamalar ve yorumlamalar vardır. Hiç şüphesiz çağ değişmiştir, dil, anlayış ve ilgi alanları değişmiştir. Ama bizim oradan buraya taşıyabileceğimiz birtakım güzelliklerin olduğunu da inkar edemeyiz. Ben şunu söylemeye çalışıyorum. Bugünün şairi, Fuzuli'yi, Karacaoğlan'ı, Yunus'u bilmeden kalıcı şair olmayacaktır. Yani biz oradan geliyoruz.
MİDELERİNDE TOST KAFALARINDA TEST OLAN BİR GENÇLİK
Çağımız çok mekanikleşti. Tost ile test arasına sıkışmış bir gençlik var. Midelerinde tost kafalarında test. İlişki kuramıyorsunuz, mekanikleşiyor her şey. Halbuki insan tabiatında önemli olan, onun içidir, manasıdır, maddesidir. Biz iç dünyaları es geçerek mutsuz insanlar yarattık. Evet, çocuklarımız doktor, mühendis oldu ama bir şeyleri de ıskaladılar. Iskaladığımız gönlümüzdü, zihnimizdi. Gönlümüzün açlığını midemiz kadar düşünmez olduk. Zihnimizde açlığın olup olmadığını hissetmedik bile. Sadece midemiz acıkır zannettik. Şimdi ise diğerlerinin de açlık hissettiğini görmeye başladık. Ben seminerlerime olan ilgiyi biraz da buna bağlıyorum.
ROMANIMDA DİVAN ŞİİRİNİN 500 YILLIK SERÜVENİ VARL&M kurduğumuz yayınevinin adı. Leyla ile Mecnun'un isimlerinin başharfleri. Aynı şey romanın isimde de söz konusu. Leyla ile Mecnun'un başharflerinin arasında İngilizce ‘‘ve’’ işareti. Biraz çelişkili bir durum değil mi? Elem olarak okuyoruz biz bunu. Elem, Divan şiirinin tam merkezinde yer alan bir duygudur. Ve elem biraz da lezzet demektir. Aşk acısının lezzeti. Aşk acısıyla olgunlaşma, aşkını onunla ispat etme, onunla özdeşleşme demektir. Bu okunuştan dolayı çok eleştiri aldık. Hele ortasında birde ‘‘ve’’ işareti olunca. Ben ki Türkçeciyim, L ve M'nin arasında İngilizce ve işareti koymuyşum, elem diye okuyorum. Doğrusu böyle bir eleştiri olacağını biliyordum. Elem dediğim gibi divan şiirinin tam da ruhunu yansıtan bir duygudur ve elemin en iyi anlatıldığı öykü de Leyla ile Mecnun hikayesidir. Bunun için yayınevinin adını da Leyla ile Mecnun Yayıncılık koyduk. Romana da aynı adı verdim çünkü İngilizce’de de Leyla ile Mecnun aynı harflerle başlıyor. Zaten şimdi İngilizce’ye çevirisi de yapılıyor. Roman, Leyla ile Mecnun'un Fuzuli tarafından yazılışını ve ardından da kitabın başına gelenleri konu alıyor.
FUZULİ YAZDI BU KİTABIBen bir macera romanı, bir polisiye, aşk ve tarih romanı yazdım. Bu dördünü harmanlayıp bir şey yapmak istedim. Bunların arasında şairlerin, bilginlerin, hırsızların ve katillerin bir macerası olsun ama aynı zamanda Leyla ile Mecnun'un aşkı olsun, tarihe uygunluk göstersin istedim. Ben Fuzuli'nin hayatını yazabilirdim. Ama bu Fuzuli'yi öğretmek olurdu insanlara. Divan şiirini öğretmek istiyorsam 500 yıllık bir zaman dilimini esas almam gerekir. Böyle bir insan yok ki onu romanıma kahraman yapayım. O zaman romanın kahramanı ancak bir kitap olabilirdi, yani Leyla ile Mecnun. Fuzuli yazdı bu kitabı, içine Babil'in sırları, uzay araştırmaları girdi. Sonra kitabın gezdiği her yerde farklı şeyleri anlatabildim. Nedim'in eline geldiğinde Nedim ile Fuzuli'yi karşılaştırabildim. Yani Lale Devri'ne gelindiğinde edebiyatta neler oldu, ne değişti? Böylece romanı okuyup bitiren bir insan hiç divan edebiyatıyla ilgili bir şeyi öğreneceğini hissetmeden romanın sonunda şöyle diyebilsin istedim: Bu divan şairleri de iyi adamlarmış aslında canım. Lisedeki edebiyat bilgisinde kalan birinin bile kitabı okuyup anlamasını ve keyif almasını istedim. Roman eğlenmek için okunur. Edebiyat eseri olması bu maksadını arka plana itmez. Eğlenirken onların önyargılarını yıkmak adına bir şeyler yapmak istedim. Romanda anlattığım elyazması Leyla ile Mecnun aslında Süleymaniye Kitaplığı'nda var. Numarasını vermedim sadece insanlar görmek isteyip yıpratmasınlar diye.
MÜSLÜM BABA KONSERİNDE JİLET ATAN DA AŞK ACISI ÇEKMİYOR MUAşık olduğunu söyleyen herkes hemen Mecnun olduğunu iddia edecek ve çağdaş Mecnun benim diyecektir. Aşk nöbeti bende, kervanı ben bekliyorum, Leyla rahat uyu diyecektir. Veya kendini Leyla gibi hissetmek isteyecektir. Eskiden aşıklar sevgililerinin pencerelerinin önüne gelir orada kanlarını akıtırlarmış. Mesela hançer ile bileğinden tutar dirseğine doğru kesermiş. Benim hareket noktam işte bu. Bugün Müslüm Baba'nın konserine gidip bağrına jilet atan çocuğun aradığı da o. Belki de o çocuğun büyük büyük dedesi jilet atmıyordu ama hançeri vardı. Yani Divan şiirinde anlatılanlar öyle çok eski şeyler değil. O ruh bugün de yaşıyor aslında.