Güncelleme Tarihi:
Mîna Urgan'ın anılarının devamı niteliğindeki yeni kitabı piyasada.
Hınzır kalem iş başında!
Geçen yıl yayımlanan ‘‘Bir Dinozorun Anıları’’ adlı kitabı, uzun süre best-seller listelerinden inmeyen İngiliz Edebiyatı uzmanı Profesör Mîna Urgan, kitabının sonunda, ‘‘Bu sonsöz gerçekten bir sonsöz değildir belki’’ demişti. Gerçekten de olmadı, 82 yaşındaki yazar ‘‘Bir Dinozorun Gezileri’’ni de yazdı. Bu hafta Yapı Kredi Yayınları tarafından piyasaya çıkarılan kitap, dışardan bakıldığında bir gezi kitabı izlenimi verse de aslında Anılar'ın birinci cildinin devamı niteliğinde.
Yazar, kalemi ile ‘‘hınzır’’ zekası arasındaki müthiş uyumu yine konuşturuyor, sıkı formasyonu ve ‘‘yaramaz’’ kişiliğiyle bakıyor hayata. Bu kez daha çok ülkelere, kentlere, doğaya, biraz kendine bakıyor ama yine insan öyküleriyle dolu sayfalar. İnanılmaz akıcılığıyla bir solukta okunabilecek kitapta yine Mîna Urgan damgası var. Komünist ve ateist olduğunu sık sık söylemekten vazgeçmeyerek dinozorluğuyla övünen; bunca yaşına rağmen zekasını, yüreğini ve belleğini sapasağlam tutmayı başarabilen; Shakespeare'i, Virginia Woolf'u, D.H. Lawrence'i hatmettiği gibi, cilt cilt kitaplarıyla hatmettirecek kadar entelektüel olabilen Mîna Urgan. Bir yandan da kitabının nasıl bu kadar sattığına afallayıp ‘‘saf’’lığından dem vuran Mîna Urgan.
Türkiye'nin büyük bölümü Bir Dinozorun Anıları sayesinde çok sevdi onu, Bir Dinozorun Gezileri'yle de sevmeye devam edecek...
Hıristiyan olmadığı için cehennemde yanacağını söyleyen alkolik papaza ‘‘Asıl İslam'a göre sen yanacaksın. Hem de benden daha yağlı için cayır cayır yanacaksın!’’ diye çıkıştı. Aylarca güneş yüzü görmeyen Londra'nın zavallı polisini, gökyüzündeki güneşimsi parlaklığı göstererek ‘‘Acaba nedir bu efendim?’’ diye haşladı. Uçağın tuvaletinde sigara içerken yakalanmış bir profesör olarak, bangır bangır insan hakları tiradları attı. O hep böyleydi.
Önsözde Bir Dinozorun Anıları'nın neden bu kadar sattığını anlamadığınızı, saf olduğunuzu söylüyorsunuz. Buna itirazım var.
- Anlamadım. Hálá anlamıyorum. Nasıl satar benim kitabım! O kadar aykırıyım ki ben bu topluma. Benim gibi ütopik anlamda kaç kişi komünist? Eşit maaş istiyorum ben, çöpçüyle ben arasında. Bu millet Allah'a inanır ve bunu tartışmaz bile. Bense ateist olduğumu söylüyorum. Neden okudular benim kitabımı? Şaşırtıcı bir toplum. Kimi de diyor ki sen samimisin. Bu yüzden okunuyor. Belki de öyle.
Madem Türk toplumuna geldik, kitabınızda doğayla ilişki önemlice bir yer tutuyor. Ama Türk toplumunun eskiden doğa düşmanı olduğunu, sonradan değiştiğini söylüyorsunuz. Bu nasıl oldu?
- Eskiden Türkler'de doğa kavramı yoktu. Çok tuhaf. Anadolu'nun kentlerini nerelerde yaptıklarına bakınca afallıyorum. Van kenti, Van gölünden yedi kilometre ilerde! İstanbul genişlerken Pendik'e doğru, kimse deniz kıyısındaki evleri satın almazdı. Adam Bağdat Caddesi'nin üstünü istiyor. Nedir diyor, denize bakacağım öyle aval aval! Şimdi de tam tersi. Çünkü, o kadar çirkin oldu ki kent, bir küçük merkez var, eski İstanbul, etrafında Anadolu kasabaları. Mecburen doğayı sevdi insanlar. Bence Türkler'in bir kusuru doğa sevmemek, bir de neşesiz olmak.
Ulusal bir özellik mi bu, yoksa hayatın zorluğunun getirdiği birşey mi?
- Valla bence ulusal özellik. Sevinçsiz bir ulusuz. Neşeli adama sulu deriz. Ağırbaşlı olacaksın, molla gibi...
Ama bir yandan da televizyona bakıyor musunuz, herkes göbek atıyor.
- Aman olmasın öyle neşe. Oturup zırıl zırıl ağlasın daha iyi. O neşe değil ki. Neşe bir sabah kalktığında içine dolan sebepsiz yaşama sevincidir.
TÜRKİYE'NİN HALİ BERBAT
‘‘Doğa herkese mutluluk sunmaya hazırdır. Yeter ki benliğimizin kafesinden çıkabilelim,’’ diyorsunuz. Nasıl çıkacağız?
- Yolu yok. Bu bir moral disiplin. İnsanlar sadece kendini, kendi sıkıntılarını, küçük dertlerini görüyor. Ve çevrelerine, doğaya, öteki insanlara kör ve sağır oluyorlar. Halbuki benlik en yıkıcı şeydir. Bir Alman mistiği, Böhme der ki, ‘‘Sadece ben yanar cehennemde.’’ Müthiş bir laf. Kitapta yazdığım gibi küçük mutluluklardan haz duymak için duyularımızı kullanmamız lazım. Kişisel ve büyük mutluluklar peşinde koşmayı çok pespaye buluyorum. En mutlu evliliği ben yapayım, kocaman evim olsun, en başarılı ben olayım, falan. Bu hem ayıp birşey, herkes aç biilaçken, hem de çok güç. Büyük mutluluk anları vardır ama kısa sürer.
Beni etkileyen bir bölüm de 1938 yılında, Balıkesir'de sinemanın fuayesine giren kadınla ilgili olandı. Giysisi, şapkası, eldivenleri, topuklu ayakkabılarıyla, sanki Anadolu'da değil de Paris'teymişsiniz izlenimi veren, bu yalnız başına sinemaya gelen kadın hakim. Ve erkekler saygıyla çekilip yol veriyorlar. O zamandan bu güne kadının durumunda nasıl bir değişim oldu sizce?
- Türk kadını 1950'den sonra geriledi. Şimdi çok sayıda kadın hakim var, avukat belki yüz bin tane, ama serbest değil kadın. Şimdi kasabada bir kadın hakim o suareye gitmez. Benim öğrencilerim olan öğretmenler bisikletle pantolonla giderdi okula. Şimdi o pantolonu zor giyer.
Kasabaları bırakalım. Siz hep aydın çevrelerde oldunuz. Aydın çevrelerde de kadınları küçük gören düşünceler sergilenebiliyor bugün. Dün, okuyan yazan bir arkadaşım, ‘‘Kadın hem güzel, hem akıllı, ay çok sıkıcı’’ dedi mesela.
- Aynen söyledi mi? Bu korkunç. Şaka da olsa hiç kimse bir şakayı pir aşkına yapmaz, bu onun zihniyetini gösterir. Ben de dikkat ettim, akıllı, bilgili kadınlar, güzel de olsa erkekleri korkutuyor. Genç arkadaşlarımla konuşuyorum. Hep bu çıkıyor karşılarına.
Siz yaşadınız mı bunu?
- Hayır. Zihniyet başkaydı anlaşılan. Bunu açıklayamıyorum ama eskiden güzel, akıllı, bilgili kadınlardan erkekler kaçmazdı. Şimdi başladı. Belki siz açıklayabilirsiniz.
Belki şöyle açıklayabilirim: Eskiden kadınlar birey olarak ön plana çıkmak konusunda iddialı değillerdi. Özellikle son 20 yıldır, kimliklerini daha çok vurguluyorlar. Bu da erkeklerin hálá alışamadığı birşey.
- Ben hiç böyle birşey görmedim. Bu kadın erkek ayrımı zaten, bana garip geliyor, biz insandık.
Niye, erkekler kadınları gölgede bırakmadılar mı? Sanat alanında da, politikada da. Kadınlar en az erkekler kadar çalıştılar ama yönetici kademelerde pek olamadılar, istisnalar dışında. İstemediler de pek.
- Bir de şunu düşünün. Benim gençliğimde Türkiye 15 milyondu. İstanbul 600 bin kişiydi. Şimdi bu kalabalık, Anadolu'nun İstanbul'u istila etmesi, ki onlar da isteyerek gelmediler, bütün bunlar derin sosyal ve psikolojik değişimler yaptı.
Sahi, bunca yıldır gözlemiş biri olarak nasıl buluyorsunuz Türkiye'nin halini?
- Berbat. Sadece Türkiye değil, dünya da. Globalleşme dediler ama globalleşilmedi, tam tersine etnik gruplar çıktı. Bu felaket. Ben hálá sosyalizme inanıyorum. Ama Rusya'da gerçekleşmeyen gibi bir sosyalizm değil. Bu da öyle sulandırıldı ki. Şimdi Blair gibi bir adamın neresi sosyalist!
DÜNYA DA BAYAĞI
Televizyon seyrediyor musunuz?
- Hayır. Kan beynime sıçrıyor. Bayağılık benim başlıca karabasanlarımdan biri. Ama medyanın pozitif bir gücü de var. Bazı olayların peşine düşüyor. Kepazelikler arttıkça, bunlara karşı tepkiler de artıyor. Sivil toplulukların gelişmesi iyi.
En sevdiğiniz edebiyatçılar kimler?
- Orhan Pamuk çok büyük bir yazar bence. Ve onun çok üstüne gittiler, haksızlık ediyorlar. Niye okuyup anlayamıyorlar bilmiyorum ama bu yaşıma geldim, beni etkileyen iki kitaptan biri ‘‘Kara Kitap’’. Diğeri de Oğuz Atay'ın ‘‘Tutunamayanlar’’ı.
Politikacılarla aranız nasıl? Meclisteki 550 milletvekiliyle?
- Ben bu tür bir demokrasiye inanmıyorum. Demokrasinin temelinde bilgi, ahlaksal değerler vardır, kötü hırslar yoktur. Demokrasi güç birşeydir.
BİR DİNAZORUN GEZİLERİ’NDEN
1960'lı yıllarda özellikle büyük kentlerden gelen kadınlar açısından Bodrum, Türkiye dışı bir yerdi sanki. Orada bir kadın canı istediği gibi gezer tozar, canı istediği gibi içki içer, dökülecek kurtları varsa hepsini dökerdi (...) Bir gece vakti, o daracık Cumhuriyet Caddesi'nde bu haktan yararlanan genç bir kadınla karşılaştım. Saçlarını omuzlarına dökmüştü; incecik giysisinin atkılarından biri hafifçe kaymış, dekoltesini avantajlı bir biçimde gözler önüne sermişti. Eli kolu sallana sallana, bütün bedeni dalgalana dalgalana bana doğru ilerliyordu. Tam karşıma geldiğinde, onu hiç tanımadığım halde, elini uzattı, yanağımdan bir makas alıp ‘‘Merhaba şekerim’’ dedi (...) İki ay sonra İstanbul'a döndüğümde bir havale almak için bankaya gitim. Bir de baktım benim Bodrum çılgınına tıpatıp benzeyen bir memur hanım var orada. Ensesinde topladığı topuzuyla, belli belirsiz makyajıyla, gri tayyörü ve beyaz buluzuyla bir bankada çalışabilecek hanımların en rabıtalısı (...) Kulağıma doğru eğilip ‘‘Bodrum ne güzeldi, hatırlıyor musunuz, korkarım sizinle karşılaştığım gece biraz sarhoştum, özür dilerim’’ dedi. Ben de gülümsedim (...) elimi uzatıp memur hanımın yanağından küçük bir makas aldım.
Sonsöz
(...) Bu dinozor öyle bir yaşa geldi ki artık, bunca genç, bunca çocuk ölürken, daha fazla yaşamak biraz ayıp gelmeye başladı ona. İsteği, çevresine ve kendisine bir başbelası haline gelmeden, bu dünyadan göçüp gitmek. Kalanlara sonsuz sevgiler.