Güncelleme Tarihi:
Biz aslında meselenin geçmişinde daha önce dolaşmıştık… Sağolsun Peter Mullen, ‘The Magdalena Sisters’da Katolik Kilisesi’nin ‘Günahkârlar’ı yeniden topluma nasıl kazandırıldıklarını göstermişti. Vakti zamanında İrlanda’da, ‘Magdalena Çamaşırhaneleri’ olarak bilinen bu merkezlerde evet, ortam biraz toplama kamplarını andırıyordu ama anlık zevklerin bedeli de ancak böyle ödeniyordu. Emektar İngiliz yönetmen Stephen Frears, son çalışması ‘Umudun Peşinde’de (‘Philomena’) aynı sularda gezinen bir öyküyle karşımıza çıkıyor. Filmin ana karakteri Philomena, tıpkı ‘The Magdelana Sisters’ın üç kadın kahramanı gibi geçmişinde Katolik Kilisesi’nin kanatları altına girmiştir. Lakin bu himayenin genç kadına ödeteceği bir bedel olacaktır; o da rızası alınmadan minik oğlunun tanımadığı kişilere evlatlık olarak verilmesi…
Öykü Philomena’nın yaşlılık döneminde başlıyor. Günün birinde kızı Jane, annesini elinde eski bir fotoğrafla gözleri yaşlı bir şekilde buluyor. Kadıncağız, yıllardır sakladığı sırrını kızına açıyor: 50 yıl önce tam da o gün oğlu Anthony evlatlık verilmiştir. Jane, bir partide garsonluk yaparken gazeteci olduğunu öğrendiği Martin Sixsmith’e annesinin dramından bahsedip yardım istiyor. İşçi Partisi’nin basın sözcülerinden biriyken işine son verilen eski BBC muhabiri Martin, önce sıcak bakmadığı bu vakanın peşine düşüyor ve Philomena’yla birlikte Anthony’yi aramaya başlıyorlar…
Gazeteci Sixsmith’in ‘The Lost Child of Philomena Lee’ adlı kitabından sinemaya uyarlanan bu gerçek hikâyede Frears, sadece kayıp bir kişiyi arayan iki farklı yaş ve kültüre sahip insanın bir anlamda zoraki dostluklarını anlatmıyor, alttan alta Katolik Kilise’nin acımasız uygulamalarına da dem vuruyor. Hatta ‘Umudun Peşinde’, sadece bir kurumu değil aynı zamanda din olgusundan hareketle ‘Tanrı’ fikrini de sorguluyor… Bir ‘ateist’ olarak Sixsmith, ‘Tanrı’yı felsefi boyutlarıyla tartışıyor (çünkü o aynı zamanda bir ‘Gazeteci’ ve işi sürekli şüphe duymak ve soru sormak; tabii bu tanımıyla bizim yakadaki mesleki uygulamalarla pek örtüşen tarafı yok kendisinin, orası başka). Ama iş ‘Yukarıdaki’nin bu dünyadaki kurum ve kuruluşlarından biri olduğu iddiasını taşıyan Katolik Kilisesi’ne ve temsilcileri konumundaki rahibelere gelince, mesele entelektüel bir tartışma boyutundan çıkıp öfke ve nefrete dönüşüyor. Çünkü küçücük bir çocuğu bir annesinin elinden alıp bunu ‘Din’ ve ‘Yaratıcı’ adına yapıldığını iddia etmenin hiçbir ‘Kitap’ta yeri olmadığı aklı başındaki herkes gibi Sixsmith de biliyor! Nitekim, Philomena’nın yol kenarında gördüğü kilisede günah çıkarmak istemesinin ardından Martin’in, “İyi de günah işleyen sen değilsin, Katolik kilisesi” demesi bence filmin şahikasıydı.
Oğlum olmadan asla!
Steve Coogan (ki aynı zamanda Sixsmith’i canlandırıyor) ve Jeff Pope’un kaleme aldığı senaryo, Philomena karakterinin altını son derece başarılı bir şekilde doldurmuş. Kilisenin kendisine reva gördüğü kötülüklere rağmen inancından vazgeçmeyen ve geçmişe ilişkin kimseye suçlamayan, asıl olarak ayrıldıktan sonra her gün düşündüğü oğluna ilişkin ancak 50 yıl sonra adım atmaya karar vermiş bir kadının tipolojisini film son derece başarıyla veriyor. Keza başlarda kendi gazetecilik kalibresi ve yazı alanı için sıradan bir iş olarak gördüğü ve burun kıvırdığı vakaya zamanla sahip çıkan ve meselenin gizemine içten içe kapılan Sixsmith karakteri de, benzer şekilde etkileyici. Nitekim bu iki tiplemeye hayat veren Judi Dench ve Steve Coogan, performanslarıyla filme damgalarını vuruyor. Bu arada senaryo iki karaktere dengeli bir biçimde ‘Britanya humoru’nu ve sinizmini katmanın da üstesinden gelmiş. ‘Umudun Peşinde’ son Oscar’larda ‘En iyi film’, ‘En iyi kadın oyuncu’, ‘En iyi uyarlama senaryo’ ve ‘En iyi müzik’ dallarında adaydı, eli boş döndü ama ‘BAFTA’da ‘En iyi uyarlama senaryo’yu, Venedik’te de ‘En iyi senaryo’yu kazandı.
‘Benim Güzel Çamaşırhanem’, ‘Tehlikeli İlişkiler’, ‘The Grifters’, ‘High Fidelity’… ‘Umudun Peşinde’ belki Frears filmografisi içinde bu başyapıt çizgisinde gezinen yapımlar arasına genel çizgileriyle girmez ama ‘Başaltı’ kontenjanında müstesna bir yer edinir. Din ve felsefe açısından ise bence olağanüstü bir çalışma…
Şiddet itinayla estetize edilir!
Bir tutam ‘Western’ (ki kuyruk jeneriğinden Sergio Leone’ye de teşekkür vardı), bir tutam Güney Kore sineması, bir tutam çizgi roman, çok az bir tutam da ‘Eşkıya’… ‘Panzehir’, şiddetin estetizasyonu meselesine bu topraklardan bir katkı olarak ele alınılabilir. Ama 2014 yılının ortalarında, bu işin piri olan kesimlerce bitirilmiş bir mevzuyu “Bakın biz de çekebiliyoruz” demek önemli midir, orasını bilemem elbet. Ben naçizane eleştirmen koltuğundan işin sadece estetiğine değil, genel toplamına bakarım. Bir de yine dışarıdan gördüğüm örnekler üzerinden estetik ve içeriğin birbirine tamamlamasına, bütünlemesine…
Alper Çağlar imzasını taşıyan ‘Panzehir’, karanlık ve kirli dünyalarda ‘Tetikçi’ olarak sanatını icra eden Kadir Korkut’un, âşık olması sonucu “Benden bu kadar” diyerek âlemden çekilmesini üzerine kurulu bir hikâyeye sahip. Lakin yıllardır yanında çalıştığı ve kendisine bir ‘Baba’ gibi kol kanat geren Kara Cemal’le doymak bilmez oğlu Ferit, bu ‘Jübile’ kararına karşı çıkarlar ve onu, muhbir olarak aralarına sızan bir polisle birlikte zehirleyerek son bir göreve daha yollarlar. Kadir, altı saat içinde sistemin ayağında yer alan diğer iki reisi ve adamlarını öte dünyaya göndermesi durumunda hayatını kurtaracak panzehire kavuşacaktır…
Görüldüğü gibi ortada öyle ahım şahım bir hikâye yok, zaten bu saatten sonra hikâyeyi kim umursuyor; ve fakat ‘Panzehir’ ait olduğu türün tüm klişelerini kullanırken bize yaşanılanları Kadir’in ‘iç sesi’ aktarıyor. Daha doğrusu biz seyirci olarak zaten yaşanılanları görüyoruz da, Kadir’in iç sesi bize meselenin felsefi boyutu, detaylarını, ola ki göremediğimiz ayrıntıları, incelikleri aktarıyor. Bu arada yanına takılan polis de, öykünün komik ve rahatlatıcı unsuru olarak eylem sahasında geziniyor, Kadir Korkut’a yârenlik ediyor…
Yönetmen Çağlar yola bugünden bakıldığında ‘minimalist’ sayılabilecek ‘Büşra’yla çıkmıştı. ‘Dağ’da asıl rotasının ne olduğunun altını kalınca çizgilerle çizmişti. ‘Panzehir’, sinemasal açıdan daha bir olgun, üstelik ‘Dağ’ gibi militarist bir ruh taşıyan filmin yanında en azından polis şefinin, bir sahnede astlarına söylediği “Siz bu işi çadır yakmak mı sanıyorsunuz?” cümlesiyle ‘Gezi’cilere de barış çubuğu uzatmaya çalışıyor. Ama yine silahların konuştuğu, maço söylemin ön planda olduğu, eski Yeşilçam’ın ‘Delikanlı’duruşuna yakın bir yapı var karşımızda. Hele hele ‘Görme engelli piyanist Alman sevgili’, sanki meselenin en üst noktası…
Oyunculuklara gelince Kadir’de Emin Boztepe zaten asıl mesleğini, ‘Dövüş sanatları ustalığı’nı icra ediyor, Cüneyt Arkın da ‘Ustalara saygı’ kuşağından meseleye dahil oluyor. Tolga Akdoğan polis memurunda ‘sempatik’ takılıyor, Ferit’te Emir Benderoğlu sanki fazla mekanik kalmış (ki kendisini ta ‘Adem’in Trenleri’nden beri severim).
Sonuç olarak biz yine sevenleri ayırmayalım, bu tür filmlerin bu yakada da çekildiğini görüp gurur duyacak olanlara “Buyrun salona” diyelim…
İçinden geçtiğimiz şu süreçte…
‘Radyo günleri’ kuşağının bir üyesi olarak özellikle perşembe akşamları ailece o koca Sanyo marka aletin etrafına kümelenir ve ‘Radyo tiyatrosu’na kulak verirdik. Fırat Tanış’ın ilk yönetmen çalışması ‘Karınca Kapanı’nın özellikle ikinci yarısında iki ana karakterin sözler (ve de eylemler) eşliğinde atışmasını izlerken aklıma ‘Radyo Tiyatrosu’nda dinlediğim oyunlar geldi; çünkü benzer tatları aldım. Nihayetinde filmin (Cüneyt Uzunlar imzalı) bir oyundan sinemaya uyarlandığını fark ettim.
Dolayısıyla ‘Zamanımızın kahramanları’ndan biri olarak devasa holding yöneticisi Güven Sarıselimoğlu’nun mutsuz karısı Münevver, kocasından intikam almak üzere suç dünyasından Galip’e başvurunca gelişen olaylar zincirinde adeta ‘teatral’ bir gösterinin seyircisi konumuna dönüşüyoruz. Bunda bir problem yok elbet, sinema bu türden buluşmalara defalarca kapı araladı. Lakin ‘Karınca Kapanı’, bir oyunun görselleştirilmesi şeklindeki bir yapıyı aşamamış. Bu bir sorun değil daha çok tercih gibi görünüyor ama insan yine de keşke karşımızda daha bir sinema olsaydı diye düşünüyor.
‘Karınca Kapanı’nın ana karakterleri üzerinden gezindiği alanlarda ise vahşi ve acımasız kapitalizme, içinden geçtiğimiz sürece ilişkin kimi göndermelere, mekanik ve ruhsuz insan ilişkilerine, sistemin ürettiği katillere, gözü doymaz zenginlere, terkedilen vicdanlara rastlıyoruz. Bir de salondan, bu durumları yaratanların cezalandırıldıklarını görerek ayrılıyoruz. Gerçek hayatta ise onlar yanı başımızdalar ve hiç gitmeyecekler gibi davranmayı ve zulümlerini mutlak kılmayı sürdürüyor. Ama umutsuzluğa gerek yok, mücadeleye devam!
Tanış’a da bir yönetmen olarak ‘İlk filmlerin zaten günahı olmaz, bu daha başlangıç…’ demeyi yeğlerim. Bir de Galip’in, Münevver ve gazeteci Özgür’e kendisini tanıtırken attığı ‘tirad’ın filmin en güzel bölümü olduğunu belirtirim.