İlk olarak, yazarın kendi ülkesi Brezilya’da yayımlandı. 2 Nisan’da. Sonraki ülke ne Amerika’ydı ne de uzun süredir yaşadığı Fransa. İran oldu. İran hükümeti, başta yayınlanabilmesi için gerekli olan, zor alınabilen bütün izinleri vermişti.Yayıncı Arash Hejazi, uzun formalitelerin hepsini yerine getirmiş ve 3 bin kopyayla kitabı Tahran’da dağıtıma sunmuştu. Sonra mayıs ayının başında İran İstihbarat Servisi, Tahran Kitap Fuarı’nı bastı ve kitabın satılmamış tüm kopyalarına el koyup yayıncısını gözaltına aldı. Hejazi, daha sonra, Kültür Bakanlığı’ndan birinin, kendisine kitabın gördüğü ilgiden çok korktuklarını, o yüzden yasakladıklarını itiraf ettiğini söyledi.Konusu, İran’ı huzursuz edecek türden bir İslam karşıtlığı içermiyor aslında. Karısı ortadan kaybolan, başarılı, zengin ve isimsiz bir yazarın hikayesini anlatıyor. Kitapta, karısının neden kaybolduğunu öğrenmeye çalışan yazar, bir süre sonra karısını bir takıntı haline getiriyor ve onun üzerinden iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Hassas nokta da burada. Yazar, iç yolculuğunda takıntısından arınıyor. Başkalarında da bazen bir din ya da bir kutsal değer etrafında oluşabilen takıntısından...Roman, Türkiye’de de önümüzdeki cumartesi (1 Ekim) piyasaya çıkacak. Sonra Arap ülkelerinde de yayınlanacak ve toplamda 80 ayrı ülkede satışa sunulmuş olacak. Çıktığı ülkelerde derhal bestseller oluyor zaten. Tıpkı yazarının daha önceki kitapları Simyacı, On Bir Dakika ve Veronika Ölmek İstiyor’da olduğu gibi... Türkçe’sini çıkartan Can Yayınları, burada da şimdiden talep rekoru kırıldığını ve 100 bin sipariş alındığını söylüyor.Záhir; Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun son romanının adı. İşte Coelho’nun kaleminden kitabın genesisi (yazılış öyküsü) ve ilk sayfaları...KİTAPTAN ZÁHİR’İN TANIMIYazar Jorge Luis Borges’e göre Záhir kavramı, İslam geleneklerinden gelmektedir ve 18. yüzyılın bir döneminde doğduğu düşünülür. Záhir, Arapça ‘görünen, var olan, görünmez olamayan’ anlamına gelir. Bir zamanlar karşılaştığımız bir kişi ya da düşünce, başka hiçbir şeye yer vermeyecek biçimde yavaş yavaş bütün düşüncelerimizi kaplar. Bu durum bir tür delilik ya da kutsal bir düşünceye kendini kaptırmak şeklinde tanımlanabilir. (Faubourg Saint-Pˆres, Encyclopedia of the Fantastic, 1953)Bölüm I: Ben ÖzgürümAdı Esther; bu ülkeye yapılmasından korkulan saldırı tehlikesi nedeniyle çok kısa bir süre önce Irak’tan dönmüş bir savaş muhabiri; otuz yaşında, evli, çocuğu yok. Adam, kimliği bilinmeyen, yirmiüç-yirmibeş yaşları arasında, esmer, Moğol tipli biri. İkisi de en son Faubourg St-Honore Caddesi’ndeki bir kafede görüldüler.Polise daha önceden tanıştıkları söylenmişse de ne sıklıkta görüştüklerini kimse bilmiyordu. Esther, kimliğini Mikhail adının arkasına gizleyen bu adamın daima çok önemli biri olduğunu söylerdi, yine de bir gazeteci olarak kariyeri için mi, yoksa bir kadın olarak kendisi için mi önemli olduğunu hiç söylemedi.Polis resmi soruşturma başlattı. Birçok varsayım ortaya atıldı kaçırılma, şantaj, cinayetle sonuçlanan bir kaçırılma ama hiçbiri, araştırmaları sırasında terörist hücrelerle bağlantılı kişilerle çok sık görüştüğü olasılığından öteye geçemedi. Ortadan kaybolmadan önceki haftalarda banka hesabından düzenli olarak belirli bir miktar para çekildiğini ortaya çıkardılar: Soruşturma görevlileri bu ödemelerin birilerinden bilgi satın almak için yapılmış olabileceğini düşündüler. Yanına yedek giysi almamıştı, ama işin tuhafı pasaportu da ortada yoktu.Adam, yabancı, genç, poliste kaydı bulunmayan, kimliği hakkında hiçbir bilgi olmayan birisiydi.Esther otuz yaşında, uluslararası iki gazetecilik ödülü sahibi, evli bir kadındı.Karım.*Elbette hemen suçlandım ve gözaltına alındım, çünkü karımın ortadan kaybolduğu gece nerede olduğumu söylemeyi reddettim. Yine de, gardiyan hücremin kapısını açtı, özgür olduğumu söyledi. Ve niye özgürüm? Çünkü bugünlerde, herkes diğeri hakkında ne varsa biliyor, sadece soruyorsunuz ve yanıtı önünüzde: Kredi kartınızı nerede kullandığınız, en son nerede olduğunuz, kiminle yattığınız. Benim durumumda bu daha da kolaydı: Bir kadın, karımın arkadaşı, o da gazeteci ve üstelik de dul bu nedenle o gece benimle beraber olduğunu açıklamak onun için önemli değildi. Tutuklandığımı duyduğunda bana iyilik etmek için tanıklık yapmaya geldi. Esther’in kaybolduğu gün ve gece onunla birlikte olduğum konusunda somut bir kanıt sağladı.Bana ait eşyaları iade eden ve aniden tutuklanışımın tamamen yasal bir durum olduğunu ekleyerek özürler sıralayan, devleti suçlamak ya da karşı dava açmak için bir gerekçem olmadığını söyleyen Başkomiserle konuştum. Bunlardan hiçbirini yapmaya en ufak bir niyetim olmadığını söyleyerek, bir suçlama karşısında, hiç suçumuz olmasa bile, hepimizin yirmidört saat gözaltında tutulmamızın olağan bir işlem sayıldığının farkında olduğumu anlatmaya çalıştım.Gardiyanın sözlerini tekrarlayarak ‘Özgürsün, gidebilirsin’ dedi.Karıma gerçekten bir şey olmuş olabilir mi? diye sordum. Bana bir defasında yeraltı dünyasındaki terörist şebekelerle yakın ilişkide olmasından dolayı akla yakın bir olasılık olarak zaman zaman izlendiği duygusuna kapıldığını söylemişti.Komiser konuyu değiştirdi. Üsteledim ama başka bir şey söylemedi.Pasaportuyla seyahat etmeye devam edip edemeyeceğini sorduğumda, ‘Elbette, bir suç işlemediğine göre’ diye yanıtladı. Neden ülkeye özgürce girip çıkamasındı ki?’Öyleyse artık Fransa’da olmayabilir?’ (...)Karımla aramızda bir sorun olup olmadığını sordu. On yıldır birlikte olduğumuzu, her evlilikte yaşanandan daha fazla sorun yaşamadığımızı söyledim. (...)Karım acaba arkadaşıyla olan ilişkimden dolayı beni hiç suçlamış mıydı? Arkadaşıyla birlikte olduğum o gecenin ilk ve son kez olduğunu söyledim. Bu bir ilişki değildi, yapacak bir şeyimiz yoktu ve kendiliğinden oluvermişti, çok sıkıntılı bir gündü, ikimizin de öğle yemeğinden sonra verilmiş bir sözü yoktu, baştan çıkarma oyunu da yaşama daima küçük bir lezzet katardı; sadece bu yüzden geceyi yatakta sonlandırmıştık.’Sadece sıkıcı bir gün geçirdiğiniz için mi bir başkasıyla yattınız?’Bu gibi konuların onun araştırmasının kapsamına girmeyeceğini, ama yardımına ihtiyacım olduğunu ya da daha sonra olabileceğini ona söylemeyi düşündüm buna rağmen İyilik Bankası adında görünmez bir kurum vardı ve bu kurumu daima çok yararlı bulurdum.’Bazen evet. Yapacak daha ilginç bir şey yok, kadın heyecan arıyor, bense macera, hepsi bu. Ertesi gün, her ikiniz de hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsunuz ve yaşam devam ediyor.’ (...)*Özgürüm, hapishaneden çıktım, karım gizemli bir biçimde ortadan kayboldu, belirli bir çalışma saatim yok, yeni insanlarla tanışırken zorlanmam, zenginim, ünlüyüm ve eğer Esther gerçekten beni terk ettiyse, onun yerini tutacak birini eninde sonunda bulurum. Özgürüm, bağımsızım.Ama özgürlük nedir?Yaşamımın büyük bölümünü şunun ya da bunun tutsağı olarak geçirdim, dolayısıyla kelimenin ne anlama geldiğini biliyordum. Çocukluğumdan beri en değerli varlığım, özgürlüğüm için savaştım. Yazar değil, mühendis olmamı isteyen ailemle kavga ettim. Acımasız şakalarıyla beni alaylarının hedefi haline getiren okuldaki diğer çocuklarla kavga ettim, sadece benim burnumdan onlarınkinden daha fazla kan aktığında ya da annemden yüzümdeki yara izlerini saklamak zorunda kaldığım -çünkü sorunlarımı çözmek benim işimdi, onun değil- öğleden sonraları, acaba gözyaşlarına boğulmadan dayak yiyebildiğimi onlara kanıtlayabildim mi? Hayatımı devam ettirebilecek bir iş bulmak için kavga ettim. Bir nalbur dükkánında dağıtım elemanı oldum, böylece ailemin şantajlarındaki o kara cümleden de kurtulmuş olacaktım: ‘Sana para vereceğiz, ama sen de şunları, şunları yapmalısın...’Büyüme çağında her ne kadar başarıyla sonuçlanmadıysa da aşık olduğum kız için kavga ettim, o da beni seviyordu; sonunda beni terketti çünkü ailesi benim bir geleceğim olmadığı konusunda onu ikna etti.İlk patronumun beni üç saat boyunca beklettiği ve ancak ben okuduğu kitabı yırtmaya başlayınca dönüp bana bakmaya tenezzül ettiği; şaşkınlıkla bana bakıp bende iyi bir muhabir olabilmek için önemli nitelikler olan düşmanın karşısına çıkma ve direnme yeteneğine sahip birini görerek işe aldığı -ikinci işim- gazetecilik dünyasındaki düşmanca tavırla savaştım. Sosyalist idealler için savaştım, hapishaneye girdim çıktım ve savaşmaya devam ettim, Beatles’ı ilk kez dinleyinceye kadar bir işçi sınıfı kahramanı gibi hissettim kendimi. Sonra rock müziğin Marx’dan daha eğlenceli olduğuna karar verdim. Birinci, ikinci ve üçüncü karımın aşkını kazanmak için savaştım. Birinci, ikinci ve üçüncü karımı terkedecek cesareti bulabilmek için savaştım, çünkü onlara duyduğum aşk bitmiyordu ve gitmek zorundaydım; ta ki beni bulmak için bu dünyaya gelmiş o kişiyi buluncaya kadar ve o, bu üç kadından biri değildi.GENESİSElimi açtığım anSol el, yayı sıkıca kavrarken, sağ el ipi yavaşça çekmeye başlar. Bu muazzam bir güç gerektirir, yatay bir düzlem boyunca 35 kilogram ağırlığında bir bavulu kaldırmakla eşit bir güç ama sallanmamam gerek, iki gözümü de açık tutmalıyım, ayaklarım yere sıkı basmalı. Bir tür kendinden geçme hali bu: Aynı anda hem kendimim, hem de
yay, ok ve 28 metre ötedeki hedefin kendisiyim.Ve sonra, o anın geldiğini ‘hissettiğimde’ elim açılıyor ve ok hedefine doğru yola çıkıyor. Bu noktadan sonra, okçuya sadece okun uçuşunu dikkatle izlemek kalıyor, yapabileceğinin en iyisini yaptığını, kendini kontrol ettiğini ve oku atarken geçen süreç boyunca keyif aldığını bilerek. Burada apaçık bir paradoks var: Bir sonraki an bırakmak zorunda olduğum ve izlediği yolu daha sonra en ufak biçimde bile değiştiremeyeceğim bir şeyi göğsüme yaklaştırmak, yüzüme yaklaştırmak için tüm gücümü harcıyorum.Telefonun çaldığını duyabiliyorum ama bekleyebilir. Uçuşu boyunca oka eşlik ediyorum ve şimdi bu uçuşa çok benzer bir şeyi mesleğimde de yaşıyorum: Yeni kitabım birkaç gün içinde çıkıyor.Yayı elinden bıraktığı anda, ancak ok hedefe ulaşmadan önce okçu ne hisseder? Yazdıklarının çok kısa bir zamanda insanların okuyucuların, sayfaların içine dalacak ve paylaşmaya çalıştığım duyguları anlayacak (ya da anlamayacak) olanların elinde olacağını bildiğinde bir yazar ne hisseder?İki kelimede toparlayabilirsem, bunlar ‘heyecan’ ve ‘keyif’ olacaktır.*Eski Zen okçuları her okun bir yaşam olduğunu ve her erkeğin buna saygı duyması gerektiğini söyler. Her kitap da önce bana, sonra da okuyucularıma yönelen bir ok, yaşamımın ortaya dökülen küçük bir parçası. Elbette daha önce de kitaplarım yayınlandı ve her biri içimde farklı bir duyguyu kışkırttı, ama Záhir’de farklı olan bir şey var: Belki de The Pilgrimage’dan (Hac Ziyareti) bu yana, diğer kitaplarımın hepsinden daha çok benimle ilgili. The Pilgrimage’da Santiago’ya giden yolu izledim, özlem ve inatla kılıcımı aradım. Şimdi ise o kılıçla yaptıklarımı diğer insanlarla paylaşıyorum.Ok okçunun amacıdır: Yayın gücüyle hedefin hoşluğunu bir araya getiren oktur. Bu amaç, o nedenle, çok belirgin, doğru ve dengeli olmalı. Ok bir kez yaydan çıktığında geri dönmeyecektir, bu yüzden oka yol veren hareketler gerektiği kadar kesin ve doğru değilse sırf yay gerildiği ve hedef de oku beklediği için dikkatsizce davranmaktansa atışı durdurmak en iyisidir.Bunu birçok kez yaptım: Bilgisayarımdan tüm kitap taslaklarını sildim çünkü onların içinde fikirlerimi ve duygularımı açıkça ifade etmeyi beceremiyordum. Sadece hata yapmaktan korktuğum için oklarımı, kitaplarımı asla salıvermedim. Eğer yaptığım hareketler doğruysa, o zaman elimi açıyorum ve yayı serbest bırakıyorum.Eğer yazdığım her sözcüğün tümüyle bir parçasıysam, o zaman sözcükler artık bana ait olmaktan çıkıyor, hedef bir aynaya dönüşüyor, okuyucularımın gözünde kendi yansımamı görüyorum.*Telefon yeniden çalıyor, özel numaram.Bu numarayı sadece beş kişi biliyor ve bu kez yanıtlıyorum. Arayan henüz Londra Kitap Fuarı’ndan dönen Munica Antunes, arkadaşım ve temsilcim. Çok heyecanlı, orada birçok yayıncımla görüşme yaptı; e ne de olsa tüm dünyada kitabın ilk baskı sayısı 8 milyon olacak. Bütün yayıncıların her ülkede tek bir söyleşimin (kendi ülkem olması dolayısıyla Brezilya hariç olmak üzere) yayınlanması konusunda fikir birliğine vardıklarını söylüyor. İngilizlerin sinemalarda gösterilmek üzere bir reklam hazırladıklarını ve Japon yayınevinin Tokyo metrosunu posterlerle donatacağını anlatmaya başlıyor.‘Bütün bunlar midemde soğuk bir his uyandırıyor, Paulo. Metroda yapılacak bu reklam kampanyası bir servete mal olacak.’Konuşmayı burada bitirmeyi tercih ediyorum. Tokyo hakkında söylediklerinden sonra başka bir şey duymak istemiyorum. Daha önce söylediğim iki sözcüğe başka bir şey daha eklemek istiyorum: Heyecan, keyif ve midede soğuk bir his.En iyisi ok ve yayıma geri dönmek.*Okçu atışına hazır olmadan ok yayı terk edemez, çünkü uçuşu çok kısa sürer; en doğru duruş ve konsantrasyona ulaşılmadan ok atılamaz çünkü vücut bu güce dayanamaz ve el titremeye başlar.Yay, okçu ve hedef, evrende aynı noktada bir araya geldiklerinde ok yayı terk etmelidir: İşte buna ilham denir.Zahir’i yazarken, bu kelimenin üstünde uzun uzun düşünüyorum, çünkü asıl karakter bir yazar. Yazmak, yeryüzündeki en yalnız başına yapılan etkinliktir. Her iki yılda bir, bilgisayarın önüne oturuyor, ruhumun bilinmeyen denizine gözlerimi dikiyor ve birkaç ada görüyorum, geliştirilen ve keşfedilmek için yeterince olgunlaşmış fikirler. Tekneme çıkıyor -adı Dünya- ve en yakın adaya doğru yola çıkıyorum.Yolda, güçlü akıntılar, rüzgarlar ve fırtınalarla karşılaşıyorum ama bitkin bir biçimde seçtiğim yoldan uzağa sürüklendiğimi ve ulaşmaya çalıştığım adanın artık ufukta olmadığını bilerek kürek çekmeyi sürdürüyorum.Yine de geri dönemem, bir yolunu bulup devam etmeliyim, yoksa okyanusun ortasında kaybolacağım; bu noktada geçmişteki başarılar hakkında konuşarak yaşamımın geri kalanını geçirmem veya yeni kitaplar yayınlamaya artık cesaretim olmadığından yeni yazarların beni acımasızca eleştirmesi gibi, birbirini izleyen korkutucu senaryolar zihnimden büyük bir hızla geçiyor.Yazar olmayı hayal etmiyor muydum? Öyleyse cümleler kurmayı, paragraflar, bölümler yazmayı sürdürmeli ve ölünceye kadar yazmaya devam etmeliyim, başarı veya başarısızlık gibi tuzaklara yakalanmaktan kaçınmalıyım. Yoksa yaşamımın ne anlamı var: Fransa’nın güneyinde bir değirmende yaşamak ve sadece bahçemle uğraşmak mı? Konuşmak yazmaktan daha kolay olduğundan ders vermek mi? Beni bir yığın zevkten yoksun bırakacak bir efsane yaratmak için, önceden planlanmış, gizemli bir şekilde dünyadan elini eteğini çekmek mi?Beni dehşete düşüren bu düşüncelerle sarsılarak daha önce sahip olduğumu bilmediğim bir güç ve cesaret buluyorum: Onlar ruhumun bilinmeyen bir bölümüne ulaşmama yardım ediyor.Kendimi akıntıyla birlikte sürüklenmeye bırakıyorum ve sonunda ulaştığım adada demir atıyorum. Gördüklerimi tarif ederek, bunu neden yaptığımı merak ederek, gerçekten de bu kadar çabaya değmediğini, kimseye bir şey kanıtlamak zorunda olmadığımı, istediklerime ve hayal ettiğimin de ötesindekilere sahip olduğumu kendime söyleyerek günler ve geceler geçiriyorum.Záhir’de baş karakter de tamamıyla aynı şeyleri düşünüyor: Yazmak, hiç söylenmemiş öyküyü kendine anlatmak, bilinmeyen bir adaya seyahat etmek ve bunu dostlarınla denemek ve paylaşmaktır. Ve diğer insanların da aynı biçimde tam da o adayı aradıklarını ve onu benim kitabımın içinde bulduklarını keşfetmek beni hep şaşırtır. O zamandan sonra ben artık fırtınada kaybolan adam değilim: Kendimi okurlarımın aracılığıyla bulurum, başkalarının da onu anladığını gördüğüm zaman ne yazdığımı anlarım, asla daha önce değil.Okun yol alışını keyifle izliyorum; yüreğimi de beraberinde götürüyor, ve eminim ki, kesinlikle eminim ki, keyif, heyecan ve midemdeki o soğuk hisse rağmen bu gece çok rahat uyuyacağım: Yüreğimi uçuran okla birlikte.Paulo CoelhoTürkçesi: Ayşegül Hatay
button