Güncelleme Tarihi:
Nazım Hikmet, Vâ-Nû (Vâlâ Nurettin) ve Şevket Süreyya (Aydemir) dünyayı kurtarmak için yola çıkıp vardıkları Batum’da çarşıda geziyorlarmış. İçlerinden “bu işlere” en aşina olanları Şevket Süreyya, yakındaki bir camiden salâ verildiğini duyunca, “Arkadaşlar, demiş, bir cenaze var, ama cemaat yok. Günahtır, gelin namazını biz kıralım!”
Namazı kıldıran hoca, sekiz on kişiyi geçmeyen cemaate “Merhum hakkında birisi buyursun, iki kelime etsin” deyince, eminim Nazım itelemiştir, Şevket Süreyya yandaki musalla taşına tırmanıp, müteveffa hakkında etraftaki bir iki kişiden duyduklarına binaen, sıkı bir nutka girişmiş.
Öleni tanımıyor, tek bildiği Tatar olduğu...
Şevket Süreyya artık nasıl abarttıysa, adını bile bilmediği Tatar’ın ne kadar büyük bir insan, nice bir mü’min olduğunu anlattıysa, Nazım, Vâ-Nû’nun kulağına eğilmiş:
- Yahu, demiş, ne Tatar’mış bu be!
*
Nur içinde yatsın, “yiğit iken ölenlere” daha çok bir yanar ya insan, hele böyle “mahzun” bir güzel olunca... Sırasını bozmasın, düşmanıma vermesin, Allah anacığına sabırlar versin!
Ama, Derya Arbaş’a (yaşarken ve asıl şimdi) gösterilen bu ilginin “sebebi hikmetini” anlayabilmiş değilim, kimse kusura bakmasın. (Bu Derya Arbaş’la ilgili bir tenkit değildir. Bir medya eleştirisidir, yanlış anlaşılmasın.)
Henüz bir şey veremediği Yeşilçam dar gelmiş, ta Hollywood’a gitmiş. Yaşı 35 olmuş. Ölümünden bir iki gün önce, “Sharon Stone da meşhur olduğunda 35 yaşındaydı” diyordu. Los Angeles’de gece kulüplerinde, özel partilerde, Cigar Girl derlermiş, boynunda bir tabla, sigara satarak bekliyormuş güzel günleri.
Sadece Hollywood’un potansiyel bir yıldızı olmak da kesmemiş ("Michelle Pfeiffer da sonradan meşhur oldu!") Cyrano de Bergerac gibi edebiyatta da behresi varmış. Hürriyet’te Dilek Dallıağ, “Buna rağmen hiç boş durmadı ve yazarlığa soyundu. Mizah türünde bir roman kaleme almaya başladı... Sanatın farklı alanlarında kendini kanıtlama konusunda ısrarlıydı... fırsat buldukça tuvalin karşısına geçiyordu. Son yıllarda beste çalışmalarına da merak sarmış, onlarca beste yapmıştı... Ne yazık ki hayallerini gerçekleştirecek zamanı bulamadı. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘yolun yarısı’ olarak tanımladığı 35 yaşında öldü” diyordu.
Bir aktör, arkasından, “Canım Deryam benim... O kız hiç mutlu olamadı!” demiş.
Olamazdı!
*
Kimi çocuklar “hayatta elde edebilecekleri her şeyle” gelirler dünyaya. Ve genellikle bedbaht olurlar.
Kimi çocuklar genlerinde bulunlar başarıyı. Müziğe, matematiğe, spora yahut ticarete yatkın olurlar.
Ve öyle çocuklar vardır ki, en zoru onların işidir, onlar, “başarılı olmak zaruretiyle” gelirler bu fani dünyaya. Bunların hayattaki tek sermayesi, en büyük itici gücü, kendisi olamamış bir ana veya bir babadır. Genetik programları ne gam, anaları, babaları, onları daha ilk günden “başarıya programlar.” Hayatta herşeyden çok çocuklarını sevdikleri içindir tabii ki. Sadece onların başarısını istedikleri içindir şüphesiz.
Eğer kendileri eski (ve genellikle rate) bir tenisçiyseler, çocuklarını bir tenis şampiyonu olarak yetiştirmeleri daha bir kolaydır, nerede hata yapıldığını bilirler en azından. Yarım kalmış bir cimnastikçi, oğlunu, kızını daha bir şevkle eğitecektir. Bu mesela kemancılar için, oyuncular için, eski güzeller için de geçerli.
Haa, eğer çocukta “zaten varsa” (yani hevesi, fiziği, kabiliyeti) o zaman, böyle bir ana babanın eline düşen çocuk, ebeveyninin hayattan intikamını alacak ve büyük bir sanatçı, bir sporcu ne bileyim matematikçi olacaktır.
Kabiliyetini zorlayıp, önüne çıkan bütün engelleri aşan, gerekli fedakarlığa tahammül eden ne çok sanatçının arkasında bir ana bazen de bir baba vardır, düşünsenize. Hülya ve Helin Avşar’ın, Türkan ve Nazan Şoray’ın, Ajda ve Semiramis Pekkan’ın, ne bileyim ilk aklıma gelenleri söylüyorum... “Sanatçı annesi” diye bir müessese yok mudur yani? (Hep birer buçuk şöhret mi olur bunlar, yoksa saydıklarım tesadüf mü?)
Arkasında başarısız ama muhteris bir eski tenisçi ana baba olan bir çok tenis şampiyonu biliyorum ben bile. (Aklıma John McEnroe, Bjorn Borg, daha yakın zamandan Pete Sampras, Steffi Graf, Martina Hingis, Mary Pierce, Anna Kurnikova, Venus ve Serena Williams gibi isimler geliyor, ama emin değilim.)
Cimnastik minderinin kenarında dikilen ve sürmernaj geçirmekte olan on, on iki yaşındaki çocuklarını kızıştıran analar, babalar gözümün önünde, isim veremesem de.
Aynı şekilde, çocuğununu, dahi bile olsa, günde sekiz on saat, senede 365 gün, yıllar boyu bir piyanonun başına oturtmak, keman çalmaya zorlamak (yahut cesaretlendirmek) için de kendini çocuğuna böylesi adamış bir ana baba gerekir.
*
Derya Arbaş bir yerlere gelmeye, birşeyler yapmaya mecburdu.
Tanrı’nın onu büyük bir oyuncu, büyük bir romancı, bu arada bir ressam, boş vakitlerinde de besteci olmak üzere yarattığına gerçekten inandı mı? İnanmadığını belli etme şansı var mıydı? Mecbur olmasına karşın, başarılı olamayacağı, bekleneni veremeyeceği endişesine kapıldı mı hiç? Işıklı gözlerindeki, zoraki gülüşündeki derin hüznün sebebi bu olabilir mi? Çareyi, ilk haberlerde söylendiği gibi, uyuşturucuda (yahut annesinin dediği gibi anti-depresanda) mı aradı?
Pamuk Prenses masalları dinlerken, asla gerçeği öğrenemeyeceğiz.
Öğrenmemiz lazım mı ayrıca?
* * *
Not: Yukarıdaki yazıyla, Derya Arbaş’la hiç ilgisi yok, ama “Ne Tatarmış yahu” hikayesinin gerisini de anlatayım. Cenaze namazından sonra, bakmışlar tabutun altına girecek kimse yok, cemaat tüymüş, imamın ricasını kıramamışlar, Şevket Süreyya’nın da ısrarıyla, “Sevaptır, kabristana kadar götürüverelim...” demişler. Üçü altına girmişler yaz sıcağında tabutun, dördüncü olmayabilir bile, mezarlık da öyle üç adım filan değil, gittikçe ağır gelmeye başlakmış rahmetli. Nazım tutturmuş “Ulan sizin yüzünüzden düştüğümüz hale bak! Şu yol kenarına atarım ulan ben bu Tatarı...” Tabii kabristana kadar taşımışlar ve (Tatar’ın kısmetine bakın, Nazım, Vâ-Nû ve Şevket Süreyya defnetmiş!) üstlerine vazife olmayan son vazifelerini de sonuna kadar yerine getirmişler.