Güncelleme Tarihi:
Dönüldü Bedreddin’e.
Denildi: “Sen de konuş”
Denildi: “Ver hesabını ilhadının”
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
- Madem ki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Madem ki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
*
1980’lerin başı. Cehennem gibi sıcak bir kamyon kasasının içinde, eğildikçe burnumuzdan ter damlıyor. Kızıl teni büsbütün kızarmış, gömleği terden etine yapışmış, Güngör bir yandan leş gibi kokan et-kemik çuvallarını sırtıma yüklüyor, bir yandan takılıyor:
- İyi ki ekonomi mastırı yapmışsın, yoksa bu çuvalları kaldıramazdın!
- E senin Fransız Dili ve Edebiyatı diploman da az işimize yaramadı...
Gülüşüyoruz!
Tavukçuluk ve yumurtacılık yaptığımız; tüccar mı, kamyon şoförü mü, hammal mıyız anlamadığımız; bütün gün kamyondan, kıçı yere değen Anadol kamyonetten inmediğimiz; et-kemik unu yükleyip, balık unu sırtladığımız; gecekondu mahallelerinde bakkal bakkal yumurta sattığımız; ciğeri beş para etmez heriflere, müşteridir diye yüz göz olup güreş tuttuğumuz; gece karanlığında eve döndüğümüzde ‘elbiseni kapıda çıkar, doğru banyoya!’ diye fırça yediğimiz; Edirne’den küspe çekerken polisle köşe kapmaca oynadığımız, Trakya’nın köy yollarında, mavi gözlü Çerkez kızlarının sattığı körpe salatalıkları tuza banıp yediğimiz; ve cumartesi akşam olup, haftanın son günü batarken, kamyonu Boğaz’a karşı bir sırta çektiğimiz, Bülent Ersoy’un ‘Biz Ayrılamayız’ kasetini dinlerken, beyaz leblebiyle pet şişede rakı içtiğimiz... berbat, ama muhteşem günlerdi!
(Güya ticaret yapıyorduk, ama ben hayatımın başka hiçbir döneminde, o sekiz on sene kadar ‘beden işçisi’ ve gerçek bir emekçi olarak çalışmadım. Asla geceleri bir daha o kadar derin uyumadım...)
*
Demek ki bir 5 Mayıs akşamıymış.
Rakı dolu pet şişesini batan güneşe doğru kaldırdı:
- Deniz’e içelim, dedi!
‘Hangi Deniz, diye sormadım.
- Bu gece asacaklar Deniz’i...
Ve anlattı.
5 mayısı 6 mayısa bağlayan gecenin sabahını anlattı.
Aradan geçen 20 sene, olmayan hafızamı ne ölçüde yanılttı? Güngör’ün anlattıklarının üstüne, kendi kendime bir efsane mi yarattım acaba? Açıp soracak Güngör de yok artık! Neyse...
İyi tanırmış Deniz’i. Nereden, söyledi ama unuttum.
‘1972’nin 5 Mayıs gecesi, Denizler’in, yani Cemil Bey Amcaların evine gitmişler bir iki arkadaş. Anası, babası ‘o geceyi’ yalnız geçirmesinler hesabı.
Deniz, Yusuf ve ‘Dede’ Hüseyin idam bekliyor cezaevinde, infaz ha bugün, ha yarın...
Havadan, sudan, fakülteden, derslerden, devrimden, haktan, halktan, haksızlıktan... konuşa konuşa geçirmişler o uğursuz geceyi.
Ve 6 mayısın ilk ışıkları yükselirken, uzak bir camiden sabah ezanı duyulmuş.
Bizde, sabah ezanıyla infaz ederler idam cezasını.
Anası, Deniz’in arkadaşlarından izin isteyip kalkmış, abdestini almış, bir köşede namaza durmuş.
Sabah ezanıyla...
Bilir ki...
Uzakta...
Sessiz bir hapishane avlusunda...
Aslan gibi oğlunun cansız bedeni...
Darağacında sallanmaktadır o anda...
*
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor