Güncelleme Tarihi:
Aylar önce serginin Eylül’de, İstanbul’a geleceği haberini editör olarak yayına alışımdan sonra sergiyi görecek olmamdan mı, yaratıcılığın anlatılmaz hazzını anlayışımdan mı yoksa Gala'ya olan aşkını, sanatını, çılgınlığını eserleri aracılığıyla daha da iyi yaşayabilmek için mi bilmem açıldığı ilk gün sabahın erken saatlerinde adeta koştum sergiye.
Güneş ve rüzgârın bir arada olduğu, kendini hissettiren serin bir sonbahar sabahı, Boğaz’a karşı yaptığım keyifli kahvaltı sonrasında Dali’nin eserleriyle göz ve zihin temasım başlıyor. Çizgilerle ve renklerle buluşarak…
Serginin girişinde; Dali'nin detaylı biyografisi ve yaşadığı dönem boyunca dünyada meydana gelen büyük olayların anlatıldığı bilgiler karşılıyor bizi.
Sanatçının yağlı boya tabloları, illüstrasyonları, eskizlerinin yanı sıra el yazıları, defterleri, mektupları gibi pek çok belgeye de yer verilen sergide; 33 resim, 113 çizim, 111 gravür ve 12 litografinin yer aldığı toplam 385 eser bulunuyor.
Dakikalarca karşısında durduğum bazı resim karelerinde; renklere, çizgilere, bu iki kavramın bütünleşip, her konseptte duyguları anlatan görüntülere karışıp da kendimi bulduğum tablolar arasında kaybolurken içimi sonsuz bir üretme isteği (Resim yapmak için değil yazı yazmak için) kapladı. Kaplamakla kalmadı, kabardı, coştu hatta içimdeki duygular ve o üretme hazzı.
Ah o haz…
Mutluluk, yalnızlık, sevinç, hüzün, tutku, keder, aşk… İnsan; içinde coşunca duygular, kalbine, bedenine, ruhuna sığmayıp taşınca, dışa vurabildiği yollarla (resim, müzik, yazı, sanat yoluyla) hayata karışmak istiyor. Yatağına sığmayan, debisini azaltmadan, taşlara çarparak, önüne çıkan ne varsa alan, çağlayıp da denizlere karışan nehirler misali...
İyi ya da kötü yaşadığı yoğun duyguların kendisinde bıraktığı izlere misilleme yaparak bir iz bırakmak istiyor belki hayatta. İşte bu nedenden dolayı, karşı konulmaz tutkuyla yazılıyor yazılar, o tarifsiz duygu yoğunluğuyla besteleniyor şarkılar, o anlatılmaz hazla yapılıyor resimler.
‘Denizin Önündeki Masa, Başı Bulut Dolu Adam, Aşk Duygusunu İfade Eden 2 Parça Ekmek, Bir Kuğu Tüyünün Atom İçi Dengesi, Rüya, Ruhların Kayığı, Düşmüş Melek, Kentauros, Tembeller’ adlı eserler kendimi bulduğum resimlerin başında geliyor.
Hakkında çok şey yazıldı, söylendi. “Yalancı, sahte deli. kralcı, Frankocu, büyük provokatör. Anarşist aslında, ama faşist”. Oysa onun bütün derdi; yaşadıklarını, yaşayamadıklarını yaptığı resimlerle anlatmaya çalışmaktı. Hakkındaki söylenenlere eserleriyle cevap vermekle yetindi.
Tuvalinin üzerinde ölümcül bir şekilde beliren abartılı imgeler karşısında şaşıran ve dehşete düşenin ilk kendi olduğunu belirtiyor Dali. Kendini, insan zihninin en derin ve yaşamsal köklerine inerek; bilinçaltına, düşlerine, uykuya ait imgelere, paranoyak sanrılara yorum yapmadan kaydeden bir insandan başka bir şey olmadığını söylüyor.
Resim yaparken fırçasından çıkanların anlamını bilmemesinin onların manasız olduğu anlamına gelmediğini tam tersi onların manalarının; çok derin, sistematik, karmaşık olduğunu ve bilimsel bir yorum gerektiğini belirtiyor.
Resimlere bakarken bazı tablolarda; sonsuz gizemi, sırrı ve ıstırabı hissediyorum. Ve aslında insanların bütün hazlarını; sonsuz gizem, sır ve ıstıraptan aldığını düşünüyorum, ben de üreten, yazan biri olarak. Farkına varıyorum daha doğrusu.
Ki bunlar yani sonsuz gizem, sır ve ıstırap insanın bilinçaltının gizli dünyasını ortaya çıkarıyor. Tıpkı Dali’nin sergisindeki resimler, gerçeküstü imgelerde olduğu gibi.
İnsanın bilinçaltının en derinlerinde yatan bazı yaşananlar, yaşanmış kayıtlar bir şekilde imgeye dönüşür. Bu, bir zaman sonra ya kendi zihninde canlanır ya da gidip gördüğü bir resim sergisinde. Sergideki çizgiler, renkler ya da gerçeküstü olduğu belirtilen imgelerle zihnindeki imgeler çarpışır. İç içe geçer adeta, insanın kendi zihnindeki ve karşısında gördüğü o imgeler. ‘Kendimi buldum’ dediğimiz andır işte o anlar.
Ama bazı kişiler, gördüğü tablolar, eserler karşısında hiçbir şey hissetmediğini iddia eder. Değil hissetmemek, aslında öyle bir içlerine, iliklerine işler ki kendini bulduğu hisler. Hatta sarsar bile bazen.
Dali’nin sergisinde de bazı insanların böyle düşüneceklerini tahmin etmek zor değil. Yani bazıları, resimlerden hiçbir şey anlamadığını, hiçbir şey hissetmediklerini belirtecekler. Ama böyle düşünürlerken ya da söylerlerken bile bilinçaltındaki bazı duygularının kendi zihinlerinde su yüzüne çıktığını, bazılarının onları sarstığını… Hissettiklerinin, canlarını yaktığı için böyle ters tepki verdiklerini…
Resmin, müziğin, yazının, sanatın, toplumların gelişebilmesi için çok önemli bir yapı taşı olduğunu, insanların yenilikçiliğini, yaratıcılığını ve özgürlüğünü desteklediğini daha iyi anladığım bu sergide; birçok resimden ilham aldım.
Sakıp Sabancı Müzesi’nde; Ocak 2009’a kadar sürecek olan bu sergiyi görerek, renkler ve çizgiler aracılığıyla siz de alsanız ne güzel olur.
Neyi mi?
Resimleri değil!
Yaşamın farkına varmak için gerekenleri yani hayatın içinde var olan duyguların ilhamını!