Güncelleme Tarihi:
- ‘Makas Oyunları’nı seyrederken, memleketin hali, dünyanın gidişatına dair yazacağınız kısa oyunla ilgili fikirler uçuşmaya başlamış mıydı?
AYFER TUNÇ: Hayır, aksine tadını çıkara çıkara seyrettim. Tiyatro oyunu hiç yazmadım. Murat’ların hemen hemen tüm oyunlarını seyretmişimdir, bayılıyorum. Berkun’un zaten hastasıyım. Seneler önce Yangın Duası’nı seyrettiğimde “Ben bu işten uzak durmalıyım” demiştim. Şimdi de korku içinde buradayım.
BERKUN OYA: Tek başıma çalıştığım ve yazdığımdan dolayı bu benim için bir ilk olacak. Beraber bir oyun yazmak olsa belki bundan yine çekinirdim. Beraber bir üst tema belirleyip bunun üzerine sohbet etmemiz, kafa açma seansları yapmamız, daha sonra herkesin birer kısa oyun yazması bana cazip geldi. Güzel olacak.
- Birbirinizin kapısını çalmak aklınızdan geçiyor muydu?
A.T.: Bu tür birliktelikler çok yararlı. “Ya olmuyor bizim memlekette böyle kollektif işler” diyerek bir kenarda duruyorduk öyle. Şimdi “Oluyormuş meğer” diyip hep beraber gözlerimizi Murat’a çeviriyoruz.
MURAT DALTABAN: Hepsini bir araya getirmeyi uzun süredir istiyordum. Çalışkan, üretken bir grup. Arzum tiyatroya mümkün olduğu kadar çok isim, çok laf kazandırmak.
- Gezi ve sonrasında tüm olan biten sizi birbirinize daha yakınlaştırmış olabilir mi?
A.T.: Benim gençliğimde kollektif sanat hayatı vardı. Yazarlar, ressamlar, sinemacılar herkes birlikte çalışırdı. Tamam, zaman zaman birbirlerine kazık attıkları olurdu ama genel olarak ümit verici, geliştirici bir hava hâkimdi. Bu birlikteliklerin, günlük hayatta da birlikte vakit geçirmelerin Türk edebiyatına büyük katkı sağladığını görürürüz. Onlar birbirlerinin sağlamasını da yaptılar. İlk ressamlar koptu. Sanatların birbirlerini etkilemesi tazelik açısından çok önemli. 12 Eylül sonrası beraberinde bireyselliği, yalnızlaşmayı getirdi. Herkes bir yana dağıldı. Kimse bir araya gelme ihtiyacı duymaz oldu. Neyse ki
Gezi ve benzeri oluşumlar yalnız başımıza hiçbir halt olmadığımızı gösterdi.
M.D.: İşin güzelliği de doğasında, doğallığındaydı zaten. Normalde bir araya gelmeyecek iki insan kendiliğinden yan yana düştü. Birlikte olunabileceğini gördüler. Benim açımdan o genç neslin enerjisinin nasıl da takas ederek büyüdüğü görmek beni çok heyecanlandırdı. Toplumda gelen bu ‘birlik’ tecrübesi tüm kuşakları etkiledi.
ORTAK DERT: O ÇEKİÇ KİMİN KAFASINA İNECEK?
- Bu birlikteliğin böyle bir döneme gelmesi de tesadüf olmamalı...
M.D.: Günün enerjisi, zamanın ruhu sizi bir şekilde böyle bir oluşuma doğru itiyor zaten. Bir arada olmanın verdiği haz, bambaşka. Tiyatroyu kalabalıkla yapıldığı için seviyorum. Yalnız yaşamayı severim ama yalnızlıktan hoşlanan biri değilim.
HAKAN GÜNDAY: Normalde enstrüman olarak sadece kağıt ve mürekkep kullanan biriyim. Kitap, yazarken de okunurken de kafatasının içinde yankılanan, yalnızlıktan yalnızlığa giden bir şey. Malafa sürecinde Murat’la (Daltaban) birlikte çalışırken şunu fark ettim: Öğrenmenin en iyi yollarından biri oturup birlikte çalışmak, fikirlerini tartışmak, işin sağlamasını yapmak. Hiçbir zaman evinde sahip olamayacağın kadar aynaya sahip olmak gibi bir şey bu. Şimdi, daha kalabalık, diğer büyük hikâye anlatıcılarıyla beraber aynı masaya oturmak daha da heyecan verici.
- Ülkenin bu kadar hararetli tartışmalarla, gösterilerle çalkalanması sizin avucunuzu daha da kaşındırıyor ya da elinizi karıncalandırıyor mu? Gezi’den bugüne sokaklarda yaşananlar üretiminizi nasıl etkiliyor?
BERKUN OYA: Olumlu. Her anlamda.
H.G.: Yaşadığım hangi olayın hangi yazdığımı etkilediğini çözmek için ölüp yeniden dirilmem gerekir. Ama böyle bir haraketin iz bırakmaması, 12 yıl sonra kuracağım bir cümleyi tetiklememesi mümkün değil.
B.O.: Gezi’nin gerçek etkisini, bugün Gezi’yle kurduğumuz ilişkiyle sınırlandırmak çok dar oldu. Bana göre Gezi’nin etkisi, Hakan’ın dediği gibi, 10-15 yıl sonra ortaya çıkacak. O gün, o sokaktaki çocuğun büyüyüp politikayı adım attığı günle ilgileniyorum daha çok. O haraketin kanalize olacağı siyasi ya da herhangi bir oluşum da yok zaten şu an toplumda.
M.D.: Zaten, öyle bir kanalize de beklenmiyor. Bu kolay kolay yaşanmayacak bir tecrübe. 2-3 jenerasyon kol kola sokaktaydı bu yaz.
A.T.: Gezi patladığında romanını bitirmek üzereydim. 2 ay tek satır yazamadım. Kafamdaki her şeyi yıktı. O toplumsal enerji beni fiziksel olarak etkiledi.
Özal çocukları, küçümsenen bir kuşaktı. Rüştlerini ispatlamış oldular. Kuşaklardan ümit kesmemek lazımmış, en çok da bunu öğrendim. Bir araya gelebileceğimizi fark ettik. Ve bugüne kadar gelmemekle de çok şey kaybettiğimizi gördük. Bu anlamda bir yararı oldu.
M.D.: Bu insanları bir araya getirme fikri aklımda Gezi’den önce de vardı. Ama her şey tecrübe ettikten sonra başka bir olguya dönüşüyor. Bu ekibi kurarken biraz da farklı jenerasyonların bir araya gelmesine dikkat ettim. Deren 20’lerinde, Hakan 30’larında, Ayfer ve ben... 31 Mayıs’ta sadece farklı jenerasyonlar değil yakın tarih de bir araya geldi. Şimdiden bir sonuç çıkarmak talihsiz olur.
H.G.: Asıl sorun her zaman bireyle otoritenin ilişkisi, bireyin şiddetle başa çıkma halidir. Bu hep vardı. Bir aileyi düşün. Her zaman bir güç ve o gücün karşısında kendisini yalnız hisseden biri var. Bu hep vardı. Özellikle de bu ülkede. Sadece Gezi sayesinde ete kemiğe büründü. Bir yerde eğer çekiç imalatı varsa aıl problem hep o çekicin kime ineceğidir. Bu masadaki herkesin anlattığı hikayelerde o çekicin kimin kafasına ineceğini, indiğini anlatır.
ÖNCE ZENGİN EDİYOR SONRA OTOSANSÜRÜ ÇAKIYOR
- Umudunuz var mı?
B.O.: Ben umutluyum. Her şey çok güzel olacak.
A.T.: Bu memleket yalanla olan sorununu çözmedikçe o çekiç sürekli birilerininin kafasına inmeye devam edecek. Yalancı bir toplumuz. Yediden yetmişe. Sürekli, her durumda. İnsan olmakla ilgili sınavını veremedi, veremiyor, veremez. Yüzleşmiyor, inkar ediyor. Nasıl insan egosunun bir savunma mekanizması varsa aynı şekilde toplumların da var. Unutarak, korkutarak, karşındakini sindirerek, “Ben yapmadım o yapmadı” diyerek egosunu savunma çabasında. Hepsini kullanan bir toplumuz.
Yalan, toplumda her şeyin kolaylıkla devam etmesi için bir araç haline gelmiş. Dolayısıyla kimseyi rahatsız etmiyor.
- Kısa oyunlardan biri ‘Bu oyunda yapımcı kendine otosansür uygulamıştır’ anonsuyla başlıyor. Sansürden çok otosansürün mü üzerine yürünmeli artık?
H.G.: Sansür, Türkiye’de yazarın üzerinde kara bulut gibi dolanan bir şey. Islanmadan yürümek gibi bir şansın yok. Sansüre karşı umut her zaman var. Önemli olan ıslanmaman için sen şemsiyeni açma cesaretini göstereni gösterebilmen.
A.T.: Otosansürü sansürden daha tehlikeli buluyorum. Bir cümleyi yazarken elin titremete başlamışsa o noktada iş bitmiştir. Türkiye’nin son 10-15 yılında kullanılan yöntem tam II. Abdüldamid dönemindeki gibi: Satın almak! Seni zenginleştirerek, bulunduğun yerden daha yüksek bir mevkiye çıkararak, vaatlerde bulunurarak otosansürü kafana çakıyor. Hem de öyle bir çakıyor ki düşünemez, üretemez hale geliyorsun. Şu an medyanın geldiği konum gibi. Kimse tatlı hayatını kaybetmemek adına kılını bile kıpardatmıyor.
H.G.: Sansür konusunda üzerine gidilen mecraların borsa gibi iki yılda bir hızla değiştiğini gözlünle görebilirsin. En çok ne etki ediyorsan, nereden su akıyorsa orayı yama yapmaya çalışır. Bir yıl diziler, diğer yıl reklamlar...
Edebiyatta sansür kolay değil. Gizli bir iş. O yüz kitabın arasından çekip alacaksın bir kere.
A.T.: Sonra da okuman, anlaman lazım. Zor iş!
H.G.: Her gün 200 bin insanın okuduğu, neredeyse slogana yakın bir netlikte yazılmış bir gazete yazısı değil. Onun için muamelesi de farklı. Eğer Ayfer her gün yazılarını her gün bir gazetede daha basit bir dille yazıyor olsa kim bilir kaç davadan yargılandırdı.
- Tiyatro bunun neresinde?
B.O.: Bunu söylemek kulağa belki sorumsuzca gelebilir ama sansür hiçbir zaman umrumda olmadı. Çalışkan zekanın oyuncağıdır sansür. Derdim olmadığı için değil duracak bir yer bulabildiğim için bunu söyleyebiliyorum. Yazıp da duraksadığım, “Bunu yazmasam mı acaba?” dediğim hiç olmadı. Aksine okuyan ya da sahnede bu lafı eden oyuncunun “Bunu niye yazdın? Başına iş açarsın” dediği çok oldu. Ama oyunun orasındaki o laflardan hiç bahsedilmedi. Bir şeyin cımbızla çekilip ortalığa dökülmesindeki etken de sen olabiliyorsun bazen. O tuzağa düşmemek lazım.
- Oyuncunun “Bunu söyleyebilir miyiz sahnede?” demesi bile sinir bozmaz mı?
B.O.: Hayır. Çıkacaksın ve söyleyeceksin derim. Mevzu kapanır.
M.D.: Berkun’un aksine sansürün göbeğinde büyüdüm. Babam devlet memuruydu, ben uzun yıllar Şehir Tiyatro’larında çalıştım. Benim için sansür ve otosansür anskiyete meselesidir. Sansürü ancak Dot sayesinde yendim. Sansürü delmediğin sürece yabancılaşmayı katlanarak, şiddetlenerek, büyütüyorsun. Kitlesel olarak yaşadığımız şey büyük bir yabancılaşma. Herkes
şiddetli büyük yalanlar söyleyerek delirmiş durumda. Bunu aşabileceğin nokta sanatın kuvveti.
- Sansürün internete sıçraması, Büyük Birader’in bizi izlEmeye başlaması sizi korkutuyor mu?
A.T.: Beni asıl korkutan şey şu: İnsanların hayatları sebepsiz yere çalınıyor. Başbakan’a hakaretten yıllardır hapis yatan çocuklar var. Suçun tanımı son derece bulanık üstelik. Herşeyin bulanıklaştırılması çok korkutucu. Buna internet de dahil. Önemli olan insan hayatına verilen zarar.
M.D.: Koyduğun kurallar seninle beraber yok olup gidecek. Yok olmaya mahkum. Doğanın kendisiyle mücadeleye kalkışmak saçma. İnsanlık tarihinini en karanlık sayfalarından biri olarak tarihe geçecek, orası ayrı.
A.T.: Bu karanlık dönemlerin altında her zaman büyük enerji birikir. Bence bizim gibi ülkelerin sorunu bu enerjiyi doğru kanalize edememesi, etkili kullanamaması. Unutmayalım: Türkiye panjurlarını kapatmış, kendine bakan bir ülke değil artık. Toplumsal hayat boşluk kabul etmez. Bir şekilde doldurur, aşar.
Miladı takvim 2014
Politik takvim 1984
- Herkesin aklında tek soru: Sansürler için, davalar için, ağaçlar için sokaklara döküldük durduk. Şimdi ne olacak?
M.D.: Yol artık belli. Sapmak mümkün değil. 10 sene evvel demokrasinin ne olduğu konusunda halk bu kadar bilinçli değildi. Tüm olan bitene karşı olanlar dahil, topyekün derin bir tecrübe yaşadık. Yaşamaya da devam ediyoruz.
Artık iyi kötü herkes kendi haklarının, sınırlarının daha bilincinde.
H.G.: Miladı takvim 2014’ü gösteriyor ama politik takvim hâlâ 1984. Hadi bilemedin, belki 1985...
A.T.: Bu sorunun cevabını bilirsek kaç puan alacağız?
B.O.: Değişim her zaman eskiyle yeni arasındaki süreçtir. Biz büyük bir yanılgıya kapılıp değişimi hemen çözmeye, deşifre etmeye çalışıyoruz. Eskinin gerçekleriyle düşünmek gibi bir hastalığa kapılıyoruz. Gezi bir değişim sağlayacaksa “Neden oy verecek bir parti yok?”, “Neden inanacak bir lider yok?” gibi söylemler yaratılmamalı. Lider ve parti ihtiyacı duymayan, gerçekten ileriye dönük bakmak lazım. O yeniliğin ne olduğunu bilmiyoruz, zaman gösterecek. Eskinin enstürmanlarıyla değişim yaratmak kısırlık oluyor. Bence değişim sessizce, sakince, susup yaşanmalı.
- Fakat bu sorular, tam aksine, daha sık ve daha çok söyleniyor...
B.O.: O zaman da çabucak tüketmiş oluyorsun. Gezi sonrası ben en rahatsız eden durum da bu: Gezi’ye dair bunaltıcı derecede malzeme var ama ben sıkıldım artık. Gezi’yle ilgili çok çarpıcı şeyler izlemeye varım ama Facebook’ta TC Çapulcu’ları görmekten sıkıldım. İnsanlar yine sıkıcı olmaya, sıkıcı konuşmaya başladı.
H.G.: Çözümün geldiği gün bile burada gördüğün insanlarin yine çözüm arayacağı bir derdi olacak. Bitmeyecek çünkü. Bu yalanlar, mitolojide de uzay yolunda da olacak. Yani, ne olabilir ki insana “ Yazacak bir şey kalmadı artık bu dünyada. Polyanna 2’yi de yazmak istemediğime göre!” dedirtecek? Böyle bir zaman gelmeyecek. Hayat neren acıyorsa, orayı anlatmakla geçecek.
B.O.: Önemli olan değişimin karizmasının yaşanması. Değişimin aktörleri hep karizmatiktir. Gezi sürecinde baktığımızda aklımızda polise karşı kollarına açmış kırmızı ellbiseli kız vardır misal. Senaryo yazarken de böyledir. Karizmatik bir karakter yaratırsın ve onu koruman gerekir. Karakteri hemen çişini yaparken, kahvaltısını yaparken göstermezsin mesela. Korursun biraz. Kahramanları kollamak gerekir. Çünkü çok çabuk düşmeye meyillidir onlar.
- Bu noktada, Makas Oyunları kapsamında bugüne kadar sahnelenen kısa oyunlar doğru bir yerde duruyor sanki. Göze sokmayan, sloganlara boğmayan bir anlatım hâkim.
M.D.: Oyunları da o Gezi ruhunu da kirletmek istemedim. Bir pencere açsın yeter. Brezilya, Yunanistan, Almanya... Sadece biz değil, tüm dünya aynı dertten müzdarip. Kitlelerin mutsuzluğuyla ilgili çok ciddi bir problem var. Yoksulla zengin ararasında uçurum büyüdükçe bu mutsuzluk da arttı.
Çok ciddi sınıf farkları, gelir uçurumu var. Ekonomi değil mutluluk referanslı bir dünya isteniyor artık.
A.T.: Dünyaya dair karamsar senaryo çok tabii.
H.G.: En iyisi de kıyamet!
M.D.: Kıyamete gerek yok. İnsan ırkını bu kendi kendini yok etmesinin son derece temiz olacağını tahmin ediyorum ben. Biz kendimizi yok ettikçe temizlenir bu dünya.
A.T.: Geçen hafta Atina’da protestolara denk geldik. Millet hemen bir Gezi havasına girdik. Kalabalığa karıştık, yürüşlere katıldık. Hemen gaz maskeleri filan... Deja vu gibi!
M.D.: O fotoğrafları, o duvar yazılarını hatırlyın. Her şey çok sıkı birer kurgu gibi. Bir sinema filminde isteseniz o kadar kusursuz fonlar, surat ifadeleri yaratamazsınız.
A.T.: Hiçbir sanat buna yetişemez. Gelin arkadaşlar vazgeçelim biz bu işten!
M.D.: Gezi dediğin şey sanatın ta kendisi zaten.
A.T.: Bakın, bu sene kimse Bienal’e gitmedi zaten. Niye gitsinler ki? Sokakların, insanların kendisi Bienal’di zaten.
H.G.: Valla arkadaşlar, hayattan daha şiddetli bir şey yazamıyorsun. Ben çok denedim, beceremedim, olmadı. Akşam haberlerini bir açıyorum, “Hayda! Bizim hikaye yine altında kaldı gerçeğin” diyip kapatıyorum.
M.D.: Yeğenini çavulda kilometrelerce taşıyan adamı kim çizebilir, yazabilir, sahneye koyabilir ki?
H.G.: Boşuna ‘Görüntüler Savaşı’ demiyoruz işte.
“Büyük Birader bizi izliyor ama artık biz de onu izliyoruz bir yandan. Hem sıcak hem soğuk bir savaş bu.” - Murat Daltaban
“ Bu yalanlar, mitolojide de uzay yolunda da olacak. Yani, ne olabilir ki insana ‘ Yazacak bir şey kalmadı artık bu dünyada. Polyanna 2’yi de yazmak istemediğime göre!’ dedirtecek? - Hakan Günday
“Değişimi yormamalı. Zaten iki ayağın üzerinde zor duran, taze bir adam. ‘Peki, şu nasıl olacak? Peki bu nasıl olacak?’larla hırpalamamalı, biraz sakin kendi haline bırakmalı.” - Berkun Oya
“Yeni düzen seni zenginleştirerek, bulunduğun yerden daha yüksek bir mevkiye çıkararak, vaatlerde bulunurarak otosansürü kafana çakıyor. Hem de öyle bir çakıyor ki düşünemez, üretemez hale geliyorsun.” - Ayfer Tunç
“Gezi’yle ilgili çok çarpıcı şeyler izlemeye varım ama Facebook’ta TC Çapulcu’ları görmekten sıkıldım. İnsanlar yine sıkıcı olmaya, sıkıcı konuşmaya başladı.” - Berkun Oya
‘THEATRE UNCUT’ NEDIR?
2010’da Emma Callander ve Hannah Price tarafından basit bir fikirden yola çıkılarak başlatılan ‘Theatre Uncut’ kapmasında yönetmenler, seçkin oyun yazarlarından güncel politik durumlara dair kısa oyunlar yazmalarını istediler. Oyunlar üç yılda 17 ülkede sahnelendi. Projeye kısa sürede İngiltere, İskoçya, ABD, Arjantin, İspanya, Yunanistan, Suriye, İzlanda ve Mısır’dan oyun yazarları da dahil oldu. Bu yıl, Theatre Uncut’ın 15 kısa oyunu ‘Makas Oyunları’ ismiyle sahneleyen DOT, bu ay gerçekleştireceği atölyelerle Hakan Günday, Berkun Oya, Ayfet Tunç, Murat Daltaban ve Derem Çınay imzalı oyunlarını ‘Theatre Uncut’ ile paylaşacak.