Güncelleme Tarihi:
‘Özpetek sineması’nın ‘alameti farika’larından sayılan ‘Büyük masalar’ (ki çoğunda aile efradı buluşur, bazılarında da arkadaş toplulukları), aynı zamanda bize kaybettiğimiz değerleri hatırlatır. Bu yanıyla bir ‘dekadans’ın ifadesidir o buluşmalar; bazen de geçmişteki mutlu günleri akla getirmenin yahut ‘Serseri Mayınlar’da olduğu gibi büyük bir sırrın açıklama yerleridir...
Özpetek son filmi ‘Kemerlerinizi Bağlayın’da (‘Allacciate le cinture’), bu genel rotanın dışına çıkmışa benziyor. Belki de öykünün daha çok kafe ya da barda geçmesinin nedenidir bu tavır(!) bilemiyorum ama ‘Büyük aile modeli’ filme gölgesini pek düşürmüyor. Bu kez karşımızda ‘Çekirdek aile’ ve bir anlamda bu oluşumun nasıl yaratıldığının öyküsü var... ‘Kemerlerinizi Bağlayın’, “Büyük aşklar nefretle başlar” düsturunun
izlerini sürüyor. İki yıllık bir ilişkisi olan ve bir kafede garsonluk yapan Elena, işyerindeki yakın arkadaşı Silvia’nın erkek arkadaşı Antonio’dan giderek hoşlandığını fark eder. Irkçı ve maço bulduğu bu adam, Elena için önce yasak bir ilişkinin parçası olur. Daha sonra başka bir zaman dilimine atlarız; ikili artık evli ve iki çocuk sahibi bir çifttir... Lakin her güzel hikâyenin bir sonu vardır ve Elena’yla Antonio’nun ilişkisi çatırdamaktadır ama asıl dert beklemedikleri yerden gelen bir sorunla önlerine atacaktır. Ferzan Özpetek’in bu son çalışmasında film iki ana artere ayrılmış gibi. Başlarda yasak bir aşkın peşinden nereye varacağız diye bir soruyla karşı karşıya bulunduğumuz noktada hikâye kabuk değiştiriyor ve ana karakterlerin evlilik döneminde dertler bambaşka noktalara uzanıyor. Peşi sıra filmde amansız bir hastalık ve bu durumun yaşattığı acılarla birlikte psikolojik bir yıkımın izlerini sürme aşamasına geçiyoruz...
Geçişte bir problem yok ama hikâye bir noktada sanki tıkanıyor gibi. Bu aşamada da arada kalan ve aydınlatılmaya muhtaç olan bölüm, kurgusal bir oyunla önümüze atılıyor. Lakin ‘sır’ gibi görünen bu bölüm hem tahmin etmeye müsait hem de film bu sırrın üstesinden pek de ikna edici bir şekilde gelemiyor.
‘Kalkış’ başarılı da
‘Kemerlerinizi Bağlayın’ın da zaten tek ve en önemli eksiği bu olmuş gibi. Yoksa film, yönetmeninin olgunluk dönemine ait olduğunu fazlasıyla hissettiriyor. Sinematografik açıdan kayıp gidiyor, keza görüntüler ve oyunculuk düzeyinde de problem yok ama hikâye yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerden ötürü cazibesini kaybediyor; bu da reji, görsellik ve oyuncu performanslarıyla paralel bir standartta tutturulmamasına neden oluyor.
Oysa ‘Kemerlerini Bağlayın’, sinemasal açıdan enfes bir sekansla açılıyor. Sürekli bir yağmur, ayaklar ve zeminde gezinen kamera, daha sonra bir otobüs durağına yapılan ‘Zoom’ derken öykünün ana karakterleriyle tanışma faslı... Bu heyecan verici ve sonrası için vaatkâr açılış, öykünün özellikle ikinci bölümünde ve finalinde aynı etkiyi sunamayan bir filmin, en güzel yanı olarak zihinlerimize işlendi
bile. Oyunculuklara gelince: Elena’da Kasia Smutniak, Antonio’da Francesco Arca, Fabio’da Filippo Scicchitano, Giorgio’da Francesco Scianna gayet iyiler. Silvia’da karşımıza gelen Carolina Crescentini’ye ise özel bir parantez: Kendisi aslında ‘Film eleştirmeni’ olmayı hedeflemiş ama daha sonra oyunculukta karar kılmış. Eğer bizim meslekte görev yapsaydı sanırım ‘En güzel gözlü eleştirmen’ olarak tarihe geçebilirdi(!)
Sonuç? Özpetek, olgunluk dönemini daha iyi filmlerle taçlandıracaktır elbet. Bekliyoruz.
‘Teoman’ Miyazaki!
En büyük ideali uçmak olan Jiro, miyop olması nedeniyle bu hayalini gerçekleştiremez. Ama uçak tasarımcısı olarak tutkusunu hayatının bir parçası haline getirir. Bir başka sevdası daha vardır: Yıllar önce Kanto Depremi sırasında yardım ettiği Nakoho...
Hayao Miyazaki’nin ‘Vasiyet’ filmi olan ama sonradan ‘Emekli’ olmaktan vazgeçtiği için (bir nevi ‘Teoman hareketi’) bu unvanı kaybeden ‘Rüzgâr Yükseliyor’, üstadın karanlık ve gerçeküstücü dünyasının ya-
nında sarih bir çalışma. Japonya’nın 20. yüzyıl serüveninden kesitler de sunan filmi kaçırmayın derim.
Çıkışsızlıktan önce son çıkış...
İlk filmlerin günahı olmaz ama genellikle etkisi de olmaz. Hele hele bizim sinemamızda... Çünkü yönetmen koltuğuna oturan kişi belki biraz da “Bu şansı bir daha ele geçiremem” mantığıyla filmine birden çok konuyu sıkıştırma gayretine girer. Naçizane, ‘kapasitesinden fazla yolcu alan minibüsler’e benzetirim bu durumu. Ama bazen de bir ömre tek bir ilk film bile yetebilir. Deniz Akçay Katıksız’ın ‘Köksüz’ü tüm bu bahsettiğim şeyleri üzerinde toplayan bir çalışma olmuş. İzmir’de, babasızlığın yarattığı bir travmanın ardından yolunu arayan bir ailenin çıkışsızlığı üzerine kurulu filmde, bu günlerde sinemamızda aradığımız gerçekçiliği, sahiciliği, sosyolojik bakışı, derinlikli karakterleri, iyi yazılmış bir senaryoyu, sağlam bir rejiyi, son derece başarılı oyunculuk performanslarını, kısacası birçok şeyi bulabiliyorsunuz. Belki şunun da altını çizmek lazım (ki bunu eleştirmen arkadaşım Fatih Özgüven çizdi), nefes nefese, hızlı bir anlatımı var filmin, lakin bu da ‘Köksüz’e bir başka orijinallik, bir başka cazibe kazandırmış bence.
Güney-Demirkubuz hattı
Öykünün en fazla öne çıkan karakteri Feride’nin hem aileyi ayakta tutma çabası hem de hayat karşısındaki çaresizliği, peşi sıra kendisine bir tür yardım elini uzatan işyerinden arkadaşı Gülağa’yla adeta nasıl olursa olsun yeni bir hayata doğru adım atma gayreti mesela. Ya da erkek kardeş İlker’in cinsellik üzerinden aradığı şefkati arkadaşın annesinde bulması, babaannenin de aile içinde rol dağılımını ‘Erkek egemen söylem’ üzerinden yaparken rotasını arayan İlker’e yüklediği sorumluluk mesela... Ve belki de en önemlisi anne Nurcan’ın kızını üstün vasıflara sahip bir kocaya layık bulması ama asıl olarak evlenip yuvayı terk ederek kendi yalnızlığını daha da derinleştirmesinden duyduğu korkuyla olası bir ilişkiye gem vurma çabası...
‘Köksüz’ bütün bu parantezleri son derece ustalıkla ve içtenlikle birleştirmiş ve ortaya, biraz Zeki Demirkubuz ama galiba asıl olarak Yılmaz Güney ‘Katı gerçekliği’nde olağanüstü etkileyici bir film çıkmış. Bir başka tarife soyunayım: Akçay’ın bu ilk çalışması ‘Bornova Bornova’, ‘Çoğunluk’ ya da ‘Araf’ gibi zamane yoldaşlarıyla da akrabalıklar kuruyor.
Oyunculuklara gelince başta Feride’de Ahu Türkpençe olmak üzere annede Lale Başar, İlker’de Savaş Alp Başar, Gülağa’da Sekvan Serinkaya, küçük kız kardeş Özge’de Melis Ebeler, Halil’in annesi Gülten’de Mihriban Er; çok çok iyiler...
‘Köksüz’ bu sezonun en dikkat çekici yapımlarından, kesinlikle kaçırmayın.
Maksat ağlamak olsun...
Bazı filmlerin işlevi çok açık: O yıl belki gişede rekortmenler sınıfında yer almayacak ama bir alt kategoride mücadele ederek ‘Başaltı takımlar’ arasına girme ve yaklaşık 1.5-2 milyonluk bir seyirci sayısıyla da bir nevi sektörün kendi içindeki dengelere dahil olabilme kaygısı... Bu tür çalışmalarda rol alan oyuncuları da anlamak mümkün, belki arada yeteneklerini hatırlatacak hamlelere soyunabilirler ama asıl olarak böylesi gişe şansı olan yapımlarda rol alarak seyirci katında daha bir tanınır hale gelebilirler.
Peki ya eleştirmenler ne yapsın? Böylesi formüller üzerinden yürüyen yapımlar söz konusu olduğunda eleştirmene verilecek bir rol yok, o kenarda sessizce durmalı ve mümkünse ağzını açmamalı. Bence de doğrusu bu ama bir yandan da işiniz gereği birkaç cümle sarf etmelisiniz... ‘Sadece Sen?’ gözlerini bir kaza sonucu kaybetmiş bir kızla kirli geçmişinden kurtulma ve yeni bir hayata yelken açma çabasındaki bir delikanlının ilişkisini anlatıyor. Tabii asıl referans Yeşilçam, lakin olmuyor olamıyor; çünkü geçmişin aynı güzergâhta ilerleyen filmleri asıl sinemasal olarak değil ama kendine özgü absürd’lükleri ve sahici olma çabasına soyunurken gerçeküstücü halleriyle orijinaldiler belki de. ‘Sadece Sen’ ise zaten bir Güney Kore filminin tekrar çevrimi olduğu için orijinallik sözcüğüyle pek de eşleşmeyecek bir çalışma. Belçim Bilgin ve İbrahim Çelikkol’un başrollerini paylaştığı yapım, “Ülkenin haline yeterince ağlayamadık, biraz da sinemada ağlayalım” diyenler için...