Patatesin para ettiği yıllarda, Melendiz Dağları’na sırtını dayamış Niğde’nin Misti köyündeki kadınlar mutsuzmuş. Koca patates çuvallarını yeraltına oydukları ambarlardan büyük zorluklarla çıkarıp, pazarda satmak için mücadele verdiklerinden değil... Erkeklerinin patatesten gelen kazancı kentlerde hovardalık yapmak için harcadıklarındanmış bu hüzün...
Bugünlerde, patatesin para etmediğine biraz bu yüzden için için seviniyor, Mistili kadınlar. Ve hem patatesin para edeceği, hem de erkeklerinin gitmeyeceği günü umut ediyorlar.
Kar erimeye başladı belki ama ayaz insanın canını acıtıyor. Buna rağmen, bir yaz günüymüşçesine kurulmuş Niğde Pazarı. Tek farkı, rengarenk şemsiyelerin açılmamış olması. Niğde Kalesi yakınına perşembeleri kurulan pazar, Orta Anadolu’nun en karakteristik pazarlarından. Ürün bol, köylüler mücadeleci ve konuşkan. Müşteri yanaşıp ‘’Nerenin?’’ diye soruyor. ‘’Asmas patatesi’’ diye cevap veriyor Yusuf.’ 19 yaşındaki Yusuf ve ailesinin patates tarlası kiralık. Bugün 40 yaşındaki babası gibi, o da erken başlamış Niğde’yle özdeşleşen bu ürünle haşır neşir olmaya...
Gençliğin verdiği o gözü karalık, kendine güven var Yusuf’ta, traktöre yükleyip pazara getirdiği patates çuvallarının önünde dimdik konuşuyor; ‘’Bizim evde kolay kolay patates pişmez, pişse de ben yemem.’’ Satıcılardan biri; ‘‘patates yemezsen yaşamayın ki neden yalan söyleysen’’ diye karşı çıkıyor. ‘’Neden yalan söyleyeyim, patatesi sevmiyorum, patates dediğin canımı alıyor zaten’’ diye karşılık veriyor Yusuf.
Pazardan yükselen sesler hiç bitmiyor. Anadolu pazarlarının bu haline fazlasıyla aşinayım artık. ‘‘Yaz başlığa’’ diyor pazarcılardan biri ‘’Çiftçiler isyanda!’’ Yakından bir başka ses geliyor; ‘’Neden patatesi dile getiriyorsunuz da lahanayı dile getirmiyorsunuz?’’ Bu kez elmacı konuşuyor ‘’elma az olunca iyi para ediyor abla...’’
ONU DEĞİŞTİREN ÜNİVERSİTE
Türkiye’de üretilen patatesin üçte birinin, elmanın da yarısının Niğde’de yetiştirildiğini öğrenince, tarımın yöre insanı için ne ifade ettiğini daha iyi anlıyorum. Yıllık patates üretimi bir milyon ton, elma ise 300 bin tonmuş. 35 yıllık kuyumcu ve konuksever bir Niğdeli olan Emin Ayiş, pazarın kurulduğu sokaktaki dükkanında gümüş takılar satıyor. Niğde’de tanıştığım, öğretmen, dağcı ve fotoğrafçı Dursun Şimşek’le birlikte biraz ayazdan kaçmak biraz da sohbet etmek için dükkanına sığınıyoruz. Sıcacık pideler, tulum peyniri ve çay geliyor hemen. Emin Bey daha yeni diziyor gümüşlerini vitrine. ‘’Niğde bütün kentlerin yaşadığını yaşıyor’’ diyor, ‘’Sevdiğimiz yaşam nostalji oldu şimdi. Burası eskiden Çukurova’nın yaylasıydı, yazın bağlara gidilirdi. Niğde sakinliğini yitirince, Çukurovalılar gelmez oldu. Kentin gelişmiş bir sanayisi yok. Ekonomi büyük ölçüde yavaş yavaş makineleşmekte olan tarıma bağlı. Daha doğrusu patates ve elmaya... Ancak sert iklim tarımın çeşitliliğini etkiliyor. Çukurova’daki gibi her istediğini ekemiyorsun burada. Patates bol ancak eskisi kadar Niğde’nin ekonomik hayatına katkısı olmuyor çünkü para etmiyor. Kayseri, Konya ve Nevşehir arasında sıkışmış bir kent Niğde. Bir tarafta Ankara bir tarafta Adana var. Güçsüz kalıyor. Sanayileşme çabası da yok değil ama son teşvik yasasında dışarıda bırakıldığından, yeni yatırımlar gelmiyor. Kentin hem ekonomik, hem de sosyal hayatına en büyük katkı, kuşkusuz üniversitenin. Niğde’nin değişen çehresini ‘Üniversite Öncesi’ ve ‘Üniversite Sonrası’ diye ayırmak mümkün.’’
Son 10 yıldır, Niğde’deki apartmanların giriş katlarının yıkılıp lokanta, pastane, türkü bar ve internet kafe yapılması, gençlerin kentteki varlığının en belirgin göstergesi. 1992’de kurulan Niğde Üniversitesi’nin, ilk yıllarında 3 bin olan öğrenci sayısı on yıl içinde 17 bine yükselmiş. Bugün Aksaray’daki fakülte ve yüksekokullarla birlikte, toplam öğrenci sayısı 24 bine ulaşıyor. Niğde Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Nedim Urcan, kentin kurtuluşunun üniversite olduğuna inananlardan; ‘’Üniversiteden önce Niğde bir taşraydı. Bundan on yıl önce, ilk pastaneyi amcam açmıştı.’’ Nedim’e göre, bu kentteki öğrenciler ‘’kayıp gençlik.’’ Sanat yok, tiyatro yok, spor yok. ‘’Niğde ancak Aladağlar sayesinde gelişebilir. Doğa turizmi potansiyeli çok fazla, bu alanda Avrupa’nın en önde gelen kentlerinden biri olabilir. Her yıl yaklaşık 1000 kişi ziyaret ediyor, çoğu Avrupalı. Eğer Bolkar Dağları’nda bir pist yapılsaydı, burası Avrupa’nın en uzun ve karın en uzun kaldığı pist olabilirdi.’’ Nedim ve Dursun gibi doğaya ve dağcılığa tutkun olanlar Nidos‘u (Niğde Doğa Sporları Kulübü) kurmuşlar. Üyeleri hem doğa sporlarına hem de fotoğrafçılığa meraklı.
AÇIK PAZARDA HALILAR
70 bin nüfuslu kentin sanayisinde tekstil ve halı fabrikaları da önemli. Her ne kadar birçok tekstil fabrikası kapandıysa da, Koyunlu Halı Fabrikası ihracatını sürdürüyor. Niğde’ye bir saat mesafedeki Taşpınar kasabasında ise köylüler hálá el halısı dokuyorlar. Her perşembe, pazarla birlikte kurulan açık halı pazarı, meydana serilen makina halılarına rağmen, gelenekselliğini koruyabildiği için, Niğde’nin ilginç görüntülerine sahne oluyor. Yazın tek tük turistin yolunun düştüğü bu pazara daha çok tüccarlar ve çeyizlik arayanlar rağbet ediyor.
Sabah erkenden, çoğu Aksaray, Kayseri ve Niğde civarından gelen ve yan geliri halıcılık olan köylüler, satıcılara mallarını getiriyorlar. Ak sakallı ihtiyar, Hamza Kirik Yahyalı’dan geliyor. Bu pazarda 30 yılını devirmiş. Eski Adana cicimleri satıyor.
Yeşilburç’un üst sırtlarından, Aladağlar, Bolkar Dağları ve Erciyes, bembeyaz görünüyor. Sadece onlar değil kar altındaki, elma bahçeleri de öyle. Eski bir Rum köyü olan Yeşilburç, bugün Niğde’nin bir mahallesi. Mübadelede Selanik’ten gelen göçmenler buraya yerleştirilmiş. Köyün 20 yıllık muhtarı Yıldız Yılmaz da onlardan biri. Rumlar’ın zamanında 750 hane varmış. Köyün eski kilisesi bugün cami olarak kullanılıyor. Dökülüyor olsa da, eski evlerin güzelliği hálá göz dolduruyor. Mini Market’in sahibi Fatma Koyuncu, dükkana davet ediyor, çay koyuyor, yanında elma veriyor. Aslında burası evinin alt katındaki bir oda. Elma bahçelerinde geleneksel yöntemlerle elma yetiştiriyorlar. Ancak bugün bölgede yeni yeni Bodur Elma denilen bir ağaç türü de ekiliyor. Organik gübre kullanılıyor ve elde edilen ürün ihraç ediliyor. ‘’Golden, Amasya ya da Star King...’’ Fatma Hanım elma çeşitlerini sayarken, tezgahtaki elmalardan birini alıp yanlamasına kesiyor ve içini gösteriyor; ‘’Çekirdeği yıldız şeklindeyse, Niğde elmasıdır.’’
Yeşilburç kadar güzel bir başka mahalle de Kayabaşı... Kenti ve karlı dağları tepeden gören mahallenin yokuşundan ‘’sütçü!’’ sesi geliyor. İsmet Tatlısoy, 1970’te, Çamardı köyünden kente çocukları okusun diye gelmiş ama nafile, onları doğru dürüst okutamamış bile. 6-7 inek besliyor ve günde 15- 20 kilo süt satıyor. Ancak çevresindekiler gübre kokusundan şikayet ettiğinden, bir gün köye dönmek zorunda kalacağından korkuyor.
FARKLI BİR OKUL
Dursun’a veda etmek için, öğretmenlik yaptığı Dumlupınar İlköğretim Okulu’na uğruyorum. Erkek öğrenciler, okulun bazı dersliklerinin bulunduğu 1913’ten kalma eski Rum okuluyla yeni bina arasındaki alanda futbol oynuyorlar. Dumlupınar, Türkiye çapındaki okullar arasında ilk 20’ye giren bir projenin sahibi: EGO (Erdem- Gurur- Onur). Bu projeye göre öğrenciler, yaptıkları her iyi hareket için, EGO puanı alarak ödüllendiriliyor, buna karşılık kötü bir harekette cezalandırılmıyorlar. Okul Müdürü Yaşar
Koç’un odasının kapısı itiş kakış. İçeri girmeye çalışan, arkadaşını şikayet eden, sıkıntısını anlatan, ağlayan bir sürü çocuk...
En son ne zaman bir ilkokula adım attığımı soruyorum kendime. Ufaklıkların tuttuğunu koparmak isteyen tavırları ve bu demokratik ortam hoşuma gidiyor. Bu dinamik ve sabırlı genç müdürü de takdir etmekten kendimi alamıyorum. Boylarının yettiği kadar, iki öğrenci, müdürün masasının üzerinden ona ulaşmaya çalışıyorlar. Okulun kapı tokmaklarında bir sorun olduğunu müdüre heyecanla anlatıyorlar. Yaşar Bey, marangozun bir hata yaptığını ve onun ‘’kulaklarını çekmeyeceğini’’ ancak çağırıp tamir etmesini isteyeceğini söylüyor. Ancak belli ki bu açıklama iki öğrencinin istediği türden değil. Duraksayarak, ‘’ama bizim dersliğimizin tokmağı bozulmadı, ona iyi baktık’’ diyorlar. Yaşar Bey, bu küçük kafaların içinde dönenleri ancak anlıyor ve ‘’EGO puanı mı istiyorsunuz?’’ diye soruyor. İki öğrenci gözleri ışıl ışıl, başlarını sallıyorlar. Okuldan çıkarken, Türkiye’nin dört bir yanında başarıya ulaşmış Dumlupınar mezunlarının fotoğraflarının olduğu bir pano gözüme çarpıyor. En sonunda da boş bir bölüm. Üzerindeki yazı, belki bir gün buraya Cumhurbaşkanı’nın fotoğrafının gelebileceğini ima ediyor.
Türkiye’nin uçsuz bucaksızlığı içinde, büyük kentler arasına sıkışmış, iddiasız ve küçük bir kent gibi duruyor Niğde. Ama ona arka çıkan koca bir geçmiş, etrafında görkemli dağlar ve belki de tüm bunlardan bir gelecek yaratabilecek umutlu insanları var.
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM Yeşilburç’un tepelerinden Aladağlar, Bolkar Dağları ve Erciyes’i seyretmek
Halı pazarında sıkı bir pazarlığa şahit olmak
Gümüşler Manastırı’nda ‘’Gülümseyen Meryem’’le Mona Lisa’yı karşılaştırmak
Kayabaşı Mahallesi’nin dar sokaklarında dolaşmak
Şimdiden Aladağlar’da bir trekking programı planlamak