ÇÜNKÜ o topuklu giyse de ben ondan uzun oluyorum

Güncelleme Tarihi:

ÇÜNKÜ o topuklu giyse de ben ondan uzun oluyorum
Oluşturulma Tarihi: Eylül 21, 2002 20:07

Mehmet Barlas uzun süredir göz önünde olmadığından mıdır nedir, evini bulmakta zorlandım. Zaten yön bulma özürlüyüm. Bir de adres karışık ve Anadolu yakasında olunca iyice çuvalladım.

Ben her şeyin o yumuşak g'den kaynaklandığını düşünüyorum. İşleri karıştıran o. Otağtepe Evleri'ymiş. O kadar kolaysa siz bulun! Güzel bahçeli bir evdi gerçi. Hele o köpekler şahane. En çok minik Gofret'i sevdim. Gerçek bir gofret kadar tatlıydı. Aslında Mehmet Barlas da öyle. Durduk yerde manalı manalı acayip şeyler anlatıyor insana. Mesela, ‘‘Bodrum'da kaldığım evin bahçesinde bir zeytin ağacı vardı’’ dedi bana, ‘‘650 yaşında. İki deprem iki sel felaketinden sağ çıkmış. Bize bakıp gülüyordur, bunlar da kim oluyor kendilerini bu kadar ciddiye alıyor.’’ Felsefi bir yanı var anlayacağınız. Bilge gibi. Ne var ki bilgi, bilmek, bilge sözcüklerinden hiç hoşlanmıyor. Hoşlanmadığı gibi reddediyor. Ne münasebet yapıyor. Yapıyor ama laf dönüp dolaşırken, C vitamininin kaç yılında bulunduğundan (1924), Türkiye'deki otoyolların uzunluğuna, turistik yatak sayısından (yıllarla kıyaslıyor), lokomotifin keşfine, Bill Gates'in yıllık gelirine kadar bir sürü gerekli-gereksiz bir dolu bilgiyi farkında olmadan cümlenin içine oturtuveriyor. Boş ve sıradan bir adam değil. Beğenenler vardır beğenmeyenler vardır, beni ilgilendirmez. Bu röportajın yapılma sebebi uzun bir aradan sonra yeniden sahneye çıkmasıdır.

Siz Mehmet Barlas'sınız. Siz yıllarca ciddi olmayı savundunuz, magazine karşı değildiniz belki ama magazin olmayı reddettiniz. Bir entelektüelsiniz. Şimdi Deniz Akkaya'yla program yapıyorsunuz. İçiniz burkulmuyor mu?

- Ben çok ciddi bir adam değilim ki. Ben güzel olanı severim. Güzelle sanat eseri arasındaki farkı biliyorsunuz. Gül de güzeldir ama insan yaratmadığı için sanat eseri değildir. Deniz Akkaya bir sanat eseri değil, ama çok güzel. Tabiatın Allah'ın yarattığı güzel bir yaratık...

Güzelliğine itirazım olduğundan değil ama o kadar estetikten sonra biraz da sanat eseri aslında.

- Ben bilmiyorum. Estetiğini sormadım. Sizden duyuyorum. Ama programda Onur Erol'u da çıkaracağız, cesur bir insan Deniz Akkaya, o programda kendi estetiğini de anlatır. Ben onun eski fotoğraflarını filan görmedim.

Ya işte söylüyorum, magazinle ilgili değilsiniz...

- Hayır ilgiliyim, sadece o fotoğrafları görmedim.

Siz mecbur olduğunuz için mi yapıyorsunuz bu programı?

- Hayır, bir kere onun varlığının programın çekiciliğini arttıracağına inanıyorum. Dünyada toplumları çeken üç şey var: Güzellik, şöhret, para. Hele bunların arkasına akıl güzelliğini ve ruh güzelliğini de katarsanız...

Siz o programda akıl ve ruh güzelliğini mi temsil edeceksiniz?

- Hayır fizik güzelliğini ben temsil edeceğim! Böyle bir yanılgıya düşmeyin. Asıl Deniz Akkaya akıl güzelliğini temsil edecek. Aramızda böyle bir iş bölümü yaptık. Ve ben onu fiziğimle ezeceğim. Çünkü o topuklu giyse de ben ondan uzun oluyorum.

Nasıl bilirsiniz Deniz Akkaya'yı?

- Bir kere çok cevval bir zekası var. Bir laf söylediğin zaman mahçup mahçup gülüp başını öne eğen kızlar vardır ya, onlardan değil. Şöhreti, başarıyı tatmış, en ufak bir kompleksi yok. Sonra kitleler onu tanıyor, giydiğini yakıştırıyor. Hayatını da iyi kazanmış. Benim karşımda ezilecek bir durumu yok. Güzelliğinin yanı sıra güleryüzlü, bir de söylenenleri hemen anlıyor, kapıyor. Tamam, benim kadar bilgi birikimi yok, ama olması da gerekmiyor, ben ondan 35 yaş büyüğüm. Hüner beraber olduğunuz ya da çalıştığınız insanın üstün yönlerini çıkarmaktır.

Peki Hasan Pulur, Güngör Uras gibi Bebek Otel takımı buna ne diyecek? Tiye alırlar mı sizi?

- Sanmıyorum. Ama Güngör'ün bir yazısı çıktı bu konuda, niye Deniz Akkaya ön planda diyor, o da ona takılmış. Göreceğiz tepkileri nasıl olacak.

Peki eşinizin tepkisi?

- İkimiz de birbirimizin yaptığı işi daima desteklemişizdir. O da Kadir İnanır, Tarık Akan gibi Türkiye'nin en yakışıklı erkeleriyle röportajlar yapmıştır. Ben mutlu oldum. Eğer gerçekten karşısındakinin en ilgi çekici yanlarını bulup izleyiciye sunabildiyse eşimle iftihar ettim. O da aynı şeyi bekliyordur benden.

Peki bu programda başınıza geleceklerin hepsini hesaba kattınız mı? Diyelim ki, Deniz Akkaya gecelikle geldi ve bütün ilgiyi üzerine topladı. Sizin yapabileceğiniz ne var?

- Eğer öyle bir şey olursa, umudum önceden bana haber vermesidir ki, ben de pijamayla geleyim. Program daha da ilgi çekici hale gelebilir.

Bu programı daha önce sunan ikililerden farkınız ne olacak?

- Fatih Altaylı döneminde, kadın sunucular genellikle suskundular. Altaylı programa o kadar hakimdi ki, kadınlar yüzlerinde bir tebessüm onu sadece izlediler. Ben bizimkinin öyle olmasını istemiyorum. İnteraktif bir ilişki olmalı.

Siz entelektinizi sergileyeceksiniz, Deniz Akkaya da güzelliğini. Peki bu sizi hiç rahatsız etmeyecek mi?

- Ben entelektimi sergilemeyeceğim. Bu karpuz ya da kavun sergilemeye benzeyen bir iş değildir. İsmet Kıvılcımlı ‘‘Toplumu bilinçlendirmek dolmayı pirinçlendirmeye benzemez’’ derdi, öyle bir şey. İlle bir insanın ukalalık edip, ‘‘Bak ben bunu da biliyorum, sen bilmiyorsun’’ demesi, karşısındakini ezmesi gerekmiyor. Bu ayıp bir şey. Ben tek başıma çıktığım bir programda ya da yazdığım bir yazıda birikimimi iletirim, ama bu bir talkshow'sa zaten buna gerek yok.

Bu işi niçin yapıyorsunuz? a) Para için b) Yeniden daha büyük kitlelere hitap etmek için c) Bazı medya patronlarıyla barışabilmek için

- Kaç medya patronu kaldı ki? Öyle bir derdim yok, çünkü hiçbiriyle küslüğüm yok. Ama daha fazla para kazanmak ve daha geniş kitlelere hitap etmek gibi bir derdim var.

Neşe Düzel ya da Nuriye Akman gibi biriyle program yapmayı tercih etmez miydiniz?

- Yok çünkü her şeyi bırakıp onlarla boğuşmaya başlardım. Konukları bile unuturdum. Biz rakip değil ortağız Deniz Akkaya'yla. Neşe Düzel ve Nuriye Akman'a da kendi alanlarındaki genç başarılı ve yakışıklı erkeklerle program yapmalarını öneririm.

İLK İŞ TAKİPÇİSİ YUNUS NADİ, BEN DEĞİLİM

İlk iş takipçisi siz miydiniz?

- Yok, Yunus Nadi. İsterseniz bir kitap da tavsiye edebilirim size: Asım Us'un Hatıra Defteri. Kendisi Atatürk'ün milletvekili. Kitapta Yunus Nadi'nin askeri ihalelerde yer alması incelenir, tabii ki iftiradır. Benimki gibi. Zaten gazete kuran ve yöneticilik yapan herkes iş takipçisi olarak anılır.

Önce iş takipçisi sonra liboş mu oldunuz? Sıralaması ne?

- Önce iş takipçisi. Liberal ekonomiyi savununca da iş takipçisi liboş oldum. Ben zaten kabul ediyorum, liboşum ve liboş olmaktan iftihar ediyorum. Bazı insanlar bu ülkede liberalliği liboşluk olarak algılıyor ama bütün özgürlüklerin temelidir, Amerikan anayasasının özünde bile liberallik vardır. Montesquieu'den, Locke'dan, Rousseau'dan beri liberallik bu noktaya gelmiştir. Liboşum yani.

Hata mı? Türkiye yaptı ben yapmadım

Sizce siz iş hayatınızda bir hata yaptınız mı? Uzun yıllar kitlesel medyadan uzak kalarak yaptığınız bir hatanın bedelini mi ödediniz yoksa her şey komplo mu?

- Ne komplo ne de sadece ben hata yaptım. Türkiye hata yaptı. Kişi başına düşen milli gelir 2 bin dolar. Sadece medya sektöründen bir senede atılmış insan sayısı 4 bin 500. Bütün gazetelerin toplam tirajı 3 milyon. Yani bin kişide 60 kişiye bir gazete düşüyor. Ama Ukrayna'da bin kişiye 300, İngiltere'de 550, Japonya'da 600. Hepimiz bir yerlerde yanlışlar yaptık ki, bu noktadayız.

Bayıldım meseleye böyle şık global bir giriş yapmanıza. Da... İşşiz kalan gazetecilerle sizin durumunuz aynı değil.

- Ben de neticede emekçiyim. Meslekteki 42. senem. Hiç gazete patronu olmadım. Hürriyet'te çalışırken gazetenin sahibi Erol Simavi'ydi, Milliyet'teyken de Ercüment Karacan. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı, Nadir Nadi gibi patronlar ve pek çok gazete yok olurken, bir emekçinin 42 sene hayatta kalması önemlidir. Hüseyin Cahit Yalçın, tek parti döneminde Atatürk'e muhalefet ettiği için 1930'lara kadar tapu memuru olarak çalışmıştır. Ahmet Emin Yalman'ın da gazetesi kapatılmıştır. Ancak Atatürk'ü öven bir konuşma yapınca yeniden gazetecilik yapmasına izin verilmiştir. Türk basın tarihini okuduğunuz zaman belli dönemler mecburen gazetecilikten ayrılmak zorunda bırakılan pek çok insan olduğunu görürsünüz. Benimki de öyle.

‘‘Hırsızın hiç mi suçu yok’’ yani? Öyle bir deyim vardır ya...

- Yok, ben hırsızlık olarak görmüyorum. Türkiye'de batarsınız çıkarsınız ama mesleğinize bağlıysanız, lisedeki gibi sürekli ders çalışırsanız hiç bir şey olmaz size.

Uzun süredir sağcı basında yazıyordunuz...

- Yeni Şafak'taki yazılarım bugün itibariyle bitiyor, artık Akşam'dayım. Ama ben bir gazetenin bordrosuyla bir siyasi parti kadrosunda olmayı hiç karıştırmam. Çalıştığım gazetenin siyasal kimliğine de bakmam. 11 Eylül saldırısını bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'deki Müslümanlar da bir nevi haklı gördü. Yeni Şafak'ta Cengiz Çandar ve ben tam ters tutum izledik. Gazetenin fanatik okuyucuları bizim yüzümüzden gazeteyi terketti. Ama Yeni Şafak'ın sahiplerini ağzını bile açmadı. Ne var ki bu özgürlüğü dinci gazete olmayan Sabah'ta bulamadım...

Siz kabul etmeseniz de size Cine 5'teki ‘‘Başka yerde yok’’ programını sunma şansı tanıyan kişi, konjonktür gereği şu an bir ‘‘looser’’, yani muktedir değil. Siz de değilsiniz. İki eksi yanyana geldi ve ortaya bir artı çıkacak diye mi bekliyorsunuz?

- Ben Erol Aksoy'la patron-çalışan ya da programcı-sermaye sahibi ilişkisi içinde değilim. Bir yerde bilgi ve emek var, diğer tarafta da sermaye. Bir ortaklık yaparsınız. Ortaklar eşittir, ben senin patronunum, sermaye benimdir demez kimse. Bu programı sunmak için bize bir insan lazım dediler.

Niye akıllarına siz geldiniz?

- Başka isimleri de denemişlerdir. Fatih Altaylı Kanal D'nin başına geçince, başka birilerini bulmaları icap etti. Oysa Altaylı güzel yapıyordu, mutluydu da bence, yüzündeki ifadeden görüyordum, yazılarında ve Teketek'te serti, burada yumuşak bir Fatih vardı. Bana teklif edilince kabul ettim.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!