OluÅŸturulma Tarihi: Eylül 04, 2005 00:00
Hafız Nuri Cömert, Samsun Vezirköprü’nün yoksul bir köyü olan Geliz’dendi. Vezirköprü Müftülüğü’ne kadar yükselen Hafız Nuri’nin iki oğlu oldu; Mustafa ve Fazıl. Yıllar sonra tüm Türkiye’nin tanıyacağı iki parlak isim, Bedrettin ve Faruk Cömert, Hafız Nuri’nin oğlu Fazıl Bey’in, Vezirköprü’nün güzel ve özenli giyimiyle tanınan genç kızı Seher Hanım’la yaptığı evlilikten doğacaktı. Büyük oğulları Bedrettin, sanat tarihçisi, eleştirmen, yazar ve çevirmen olacak ama henüz 38 yaşında, gelecek vaat eden bir doçent iken kurşunlara hedef olarak yaşamını yitirecekti. Diğer oğulları ise farklı bir kariyer olan askerliği tercih edecek, mesleğinin zirvesine kadar yükselerek orgeneral rütbesiyle Türkiye’nin Hava Kuvvetleri Komutanı olacaktı. (Geçen hafta bu görevi devraldı.) Ne yazık ki, oğulları Bedrettin’in ölümünü görme felaketini yaşayan anne babanın ömrü, oğulları Faruk’un başarısını görme mutluluğuna tanık olacak kadar sürememişti.Fazıl Bey, ilkokul mezunuydu. Evliliğinin ilk yıllarında Vezirköprü’de Hükümet Meydanı’nda küçük bir bakkal dükkanı işletiyordu. O zamanlar ilçede gazete satılmazdı; Samsun’a kadar giderek gazete bayiliği alması Vezirköprü için büyük bir yenilikti. İlk oğlu Bedrettin de ilkokuldan arta kalan zamanlarda sokak aralarında gazete satarak yardım ediyordu babasına.Ailenin ikinci çocuğu bir kızdı. Zehra’yı, Faruk ve sonra da Semra’nın doğumu izledi. İki kız iki erkek çocuk sahibi olan Fazıl Bey, 1950’lerde esnaflıktan sıkıldı. Bir kamyon alarak nakliye işine girmesiyle birlikte ailenin yaşamı altüst oldu. Kısa sürede iflas eden Fazıl Bey, Toprak Mahsulleri Ofisi’ne girdi. O tarihten itibaren de aile, babanın tayinleriyle oradan oraya savruldu. Havza, Limaniçi, Kangal, Gürün, Eskişehir, Ankara gibi birçok yerde yaşadılar. Sürekli okul değiştirmenin sakıncalarını Bedrettin, Sivas Lisesi’nin yatılı bölümünü kazanarak ortadan kaldırdı. Küçük kardeşi de aynı sorunu, bir yıl düz lisede okuduktan sonra askeri liseyi seçerek çözdü. Zaten küçük yaştan itibaren pilot olmayı düşlüyordu. Düşleri farklı bu iki erkek kardeşin yolları ilerleyen zamanda pek kesişmeyecek, o makus 11 Temmuz 1978 günü bir daha hiç kavuşmamak üzere ayrılacaktı.BEDRETTİN CÖMERTYeter ki ölümüm gürültülü olsun, demişti1940’ta doğan Bedrettin Cömert, 1961 yılında devlet bursu kazanarak gitmişti İtalya’ya. Şair dostu Hasan Hüseyin’e, Roma’dan yazdığı ilk mektupta koşullarını olanca içtenliğiyle anlatıyordu:‘...O kadar çok yazıyorum ve yazacağım ki! Birçok arkadaş mektup bekliyor. Posta parasına da dayanılmıyor. Ama bir zarfın içinde üç dört mektup gönderiyorum. Başka çare yok.Ayda 80 bin liret burs alıyorum. Pansiyona 35 bin liret veriyorum. Her şeyi içinde. Her türlü konfor var. Televizyonuna dek. Kahvaltım odama geliyor. Nasıl anlatayım? Ne gerekirse var. Ucuz da. Öz olarak, Tanrı’ya şükür rahatladım.’Burs ücretiyle rahatlayacak kadar zorlu maddi koşullardan gelmişti Bedrettin Cömert. Vezirköprü’deki ilkokuldan sonra ortaokulu Kangal ve Gürün’de yoksulluk içinde okumuş; babasının imkanlarının kendisini okutmaya yetmediğini görünce parasız yatılı lise sınavlarına girmiş, Sivas Lisesi’nde okuma hakkını öyle kazanmıştı. Sivas Lisesi’nde okurken, babasının gönderdiği 5 lira ile bir ay boyunca yetinmek zorundaydı. Tek koyu renk giysisine gözü gibi bakıyor, okulun verdiği giysileri eve yolluyordu.Çalışkanlığıyla öğretmenlerin dikkatini çekmişti Bedrettin. Aynı zamanda öğretmeni Halim Yağcıoğlu’nun Kültür ve Edebiyat Kolu’nda en büyük yardımcısıydı. Okuldaki bütün etkinliklerin altında imzası vardı. Bütün derslerde yüksek notlar alıyor; sürekli okuyor ve şiir yazıyordu.‘İstanbulumsu’ adlı ilk şiiri 1959 yılında Varlık dergisinde çıktığında lise son sınıf öğrencisiydi. Liseyi birincilikle bitirip Roma’ya gittikten sonra da dergilere şiirler, eleştiri yazıları göndermeye devam etti. O denli güç koşullarda olmasına rağmen edebiyat dünyası ile ilişkisini kesmemek için Türkiye’deki edebiyat dergilerine abone olmuştu.Roma’daki ilk iki yıl Perugia Yabancı Üniversitesi’nde İtalyanca ve Latince okudu. Ardından Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. İtalyancasını iki yıl içerisinde o kadar geliştirmişti ki, şiir çevirileri yaparak, Türkiye’deki dergilere göndermeye başladı. Giderek, şiirlere ve çevirilere eleştiri yazıları da eklendi. Böylece daha üniversitede okurken, Türkiye’de edebiyat dünyasının tanıdığı bir isim haline geldi.12 MART 1971’DE DÖNDÜ ANKARA’YAMaria Agostina ile 1965’te evlendiğinde de henüz üniversite öğrencisiydi Bedrettin. Ertesi yıl da ilk oğlu Ergun doğdu. Artık İtalya’da kök salmış, orada kendine yeni bir dünya kurmuştu. Yine de üniversiteyi bitirdikten üç yıl kadar sonra pusulasını Türkiye’ye çevirdi. 12 Mart 1971’de döndü Ankara’ya.Agostina, Ankara’da İtalyan Büyükelçiliği’nde görev alırken; Bedrettin de Hacettepe Üniversitesi’nde asistan olarak adım attı üniversiteye. Sanat tarihi bölümü başkanı Prof. Suut Kemal Yetkin’in yanında sanat tarihi ve estetik konularındaki çalışmalarını yürütürken bir yandan da Roma’da başladığı doktorasını tamamladı. ‘Son 50 yılda Türkiye’de sanat eleştirisi’ konulu teziyle Roma Üniversitesi’nde ‘estetik doktoru’ derecesini almak yetmemişti Bedrettin’e. Bir de Hacettepe’de doktora yaptı, bu kez ‘Giotto ve San Francesco geleneği’ konulu teziyle ‘Sanat tarihi doktoru’ oldu. O tarihten itibaren de bilimsel çalışmaları, çevirileri ve eleştiri yazıları birbirini izledi. Bıkmak bilmeksizin yazıyor, yazıyordu. O artık, dostu Hasan Hüseyin’in deyimiyle, ‘Ozandı, eleştirmendi, sanat tarihi ve estetik öğretmeniydi, dilciydi, felsefeciydi, çevirmendi, polemikçiydi. O bunların hepsiydi.’ ‘Giotto’nun Sanatı’ ve ‘Croce’nin Estetiği’ (inceleme), ‘Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak’ (şiir) ve ‘Eleştiriye Beş Kala’ (eleştiri) adlı kitaplara imza attı. ‘Mitoloji ve İkonografi’ adlı ders kitabı yayınladı. Gombrich’in ünlü ‘Sanatın Öyküsü’ adlı yapıtını Türkçe’ye kazandıran Bedrettin, bu çevirisiyle Türk Dil Kurumu’nun ‘1977 Çeviri Ödülü’nü kazandı. Aynı yıl akademik kariyerinde bir adım daha atarak doçent oldu.BLUE JEAN GİYEN ESTETİKÇİ HOCAYazı alanındaki yoğunluğu, Türk Dil Kurumu’nda aktif bir üye olmasını engellememişti. Üniversitede öğrencilerin sevdiği bir öğretim üyesiydi. Karşısındakini yormadan konuşan, kendine güvenen, blue jean giyen, her daim barışçı tavır alan, alçakgönüllü bir akademisyendi. Kendi kozasında mutlu bir yaşam sürüyor, yazdıklarıyla, düşündükleriyle heyecanlanıyordu. 1978 Temmuzu’nun ilk günlerinde Hacettepe’de bazı akademisyenlere gönderilen, bir ‘tabut’ resminin altına ‘Beytepe’den tabutlar çıkacak’ diye yazılmış tehdit mektubuna ekli listede ismini görmesine rağmen yaşamının akışını değiştirmedi. Olayları kışkırtanları araştırmak üzere oluşturulan komisyona girmeyi kabul etti. 10 Temmuz günü üniversiteden ayrılırken bir grup öğrencinin arkasından ‘Komünist’ diye bağırması da yaraladı onu. Akşam eve geldiğinde Agostina’ya anlattı olanları ‘Çok üzüldüm’ diye. Ertesi sabah eşi ile birlikte erken çıktılar evden. Önce Agostina’yı büyükelçiliğe bırakacak, sonra TDK’nın toplantısına gidecekti. Köroğlu Caddesi’ne çıktığında aniden bir araç kesti yolunu. İki katilin yağdırdığı kurşunlar, henüz 38 yaşında olan Doç. Bedrettin Cömert’in yaşamına son verdi. Tıpkı Roma’dayken, 1961 yılında yazdığı ‘Sonuçsuz’ şiirindeki ‘yeter ki ölümüm gürültülü olsun’ dizesi gibi gürültülü oldu ölümü. Onbinler gözyaşlarıyla, katillere nefret sloganlarıyla uğurladı onu...OĞULLARI ARTIK İTALYA’DA YAŞIYORO sabah annesi ve babası, evden ayrılırken beş yaşındaki oğulları Kemal’i, bakıcısı Sevim Hanım’a bırakmıştı. 12 yaşındaki oğulları Ergun ise Roma’da, büyükannesinin yanındaydı. Maria Agostina, cinayet sonrasında ‘Nasıl kıydılar ona?’ diye gözyaşı döktü. O da yaralanmıştı. Katiller, onu hastaneden çıktıktan sonra da rahat bırakmadı, tehditleri sürdürdüler. İtalyan Büyükelçiliği’ndeki işine her gün polis koruması altında gidip gelen genç kadın, korkuyla yaşamaya sonunda dayanamadı; bir yıl kadar sonra iki oğlunu alarak Türkiye’den ayrıldı.FARUK CÖMERT O şimdi Hava Kuvvetleri Komutanıİzmir Güzelyalı’da askeri lisede okurken ağabeyi gibi şiirle de ilgilendi pilot olmayı düşleyen Faruk Cömert. Ancak arada şiir yazsa da daha çok okumaktan hoşlanıyordu. Hava Harp Okulu’ndaki edebiyat günlerinde ‘radyofonik’ sesiyle okuduğu şiirler arkadaşlarının takdirini topluyordu. Sanata yatkın bir gençti. Buca’daki Eğitim Enstitüsü ile Hava Harp Okulu’nun birlikte sahneye koyduğu Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir oyunu da o yönetti.Zaten özel günlerde düzenlenen hemen bütün törenlerde kürsünün değişmez ismiydi, öğrenciler adına konuşmaları hep o yapıyordu. Çok kitap okuyan, düzenli çalışan bir askeri öğrenciydi. Okuldaki başarısı onun bir tür ‘sınıf başkanlığı’ sistemi olan ‘KADET’in ikinci yöneticisi olmasını sağladı. Altı kısımdan oluşan 292 kişilik sınıfın başkanı, öğrenciler arasında ‘albay’ rütbesi uygun görülen Ayvaz Yaşa, onun yardımcısı olan ve ‘Yarbay’ olarak anılan ise Faruk Cömert’ti. ASKERİ OKULUN MUZİP ÖĞRENCİLERİHarp Okulu’nda dışardan bakıldığında o ciddi, üniformalı yüzün arkasında daha farklı, güleryüzlü, esprili bir hayat yaşıyordu öğrenciler. Sabahları kalk borusuyla uyanılıyordu ama bazen -özellikle de özel günlerde- nöbetçi subaylar, dönemin popüler şarkılarını çalarak sürpriz yapıyorlardı. Öğrenciler, Charles Aznavour’un ‘Je t’attends’ (Seni bekliyorum), Adamo’nun ‘Tombe la neige’ (Her Yerde Kar Var) gibi parçalarıyla gözlerini açıyorlardı.Öğrenciler arasında da muziplikler gırla gidiyordu. Subaylara yakalanmadıkları zamanlar kendi aralarında gülüp geçiyorlardı bu şakalara. Yakalandıklarında ise bedeli ağır oluyordu. Sınıfın en muzip genci olan Erol Çetinkaya’nın yaptığı bir şaka, bütün sınıfın bir pazar gününe maloldu. Bütün gün, Poligon’da güneş altında yürümek zorunda kaldılar.Fakat son yıl, mezun olmaya yakın günlerde bir öğrencinin yaptığı muzipliğin bedelini, olayda bir suçu olmamasına rağmen Faruk Cömert ödedi, hem de ağır şekilde. Muzipliği kimin yaptığını komutanlığa bildirmeyince ikincilikle mezun olması gerekirken, derecesi onbirinciliğe düştü. Hatta bu olay, 1965 mezunları yıllığına da yansıyarak kayda geçti: ‘Genç yaşta emekli yarbayımız ‘Kaçma, karışma, gözlerini yorarak çalışma’ der ama, yine de çalışkan ve zekidir. Mayk Hammer’lık edemeyişi ona oldukça tuzluya oturdu. Normal yürürken bile kollarını yere paralel olarak kaldırması, radyofonik sesi, sarı saçları, mavi gözleri ve ince endamıyla tanınır. ‘Ben Amerika’dayken’ demeyecek kadar tevazu sahibidir.’ Bazı arkadaşlarına göre, Faruk Cömert, o kişiyi bilmesine rağmen ismini vermemiş, arkadaşını zor durumda bırakmaya gönlü elvermemişti! Şakanın ne olduğu ise hálá titizlikle saklanan bir sır... Hava Harp Okulu’ndan asteğmen rütbesiyle mezun olan Faruk Cömert, ertesi yıl Uçuş Okulu’nu da bitirerek çeşitli birliklerde filo kol uçuculuğu yaptı. 1969’da üsteğmen olduğunda 141. Filo’nun en genç subaylarından biriydi. En büyük şanssızlığı ise, Hava Harp Akademisi’nde öğretime hazırlandığı günlere rastlayan Kıbrıs Barış Harekatı’na aktif olarak katılamamasıydı.CENAZE TÖRENİNDE DİKKAT ÇEKMEDİAğabeyi Bedrettin’in öldürüldüğü haberi geldiğinde Ankara Akıncı’daki 4. Ana Jet Üssü 142. Filo’da yüzbaşı rütbesiyle eğitim subayı idi. Bedrettin Cömert’in Maltepe Camii’ndeki cenaze törenine üniformasız gelen Faruk Cömert, kimselerin dikkatini çekmedi. İsmi de sadece cinayetten bir hafta sonra bir gazeteye verilen ‘Teşekkür’ ilanında geçti.İçi yanmıştı genç yüzbaşının. Arkadaşlarıyla konuşurken lanetler yağdırıyordu katillere. Çok kızıyordu ama elinden gelen bir şey yoktu.Mesleğinde hızla yükselen Faruk Cömert, bu arada Özay Şefika Hanım’la evlenmiş, Cem Nuri ve Hande adlarında iki çocuğu olmuştu. Yabancı basını takip eden, her adımını planlı olarak atmayı ilke edinen, yaşama bağlı bir asker olarak tanınan Faruk Cömert, ailesine bağlı bir kişi olarak da tanındı çevresinde. Subay arkadaşlarının bir
yemek davetini ‘Anneler Günü’nü eÅŸi ve çocuklarıyla geçirmek istediÄŸi’ gerekçesiyle reddetmesi de bu özelliÄŸinin bir kanıtı idi.CÄ°NAYETÄ° KONUÅžMAKTAN HİÇ HOÅžLANMADIAÄŸabeyinin öldürülmesini hiç unutmadı; her 11 Temmuz’da onu yadetmekle kalmayıp, bunu davranışlarına da yansıttı. 1989-1994 yılları arasında Diyarbakır’da görev yaparken devletin Hizbullah’ı kullanarak faili meçhullere yönelmesine tepki göstermesinin nedeni buydu.Ancak yemeklerde, arkadaÅŸ toplantılarında aÄŸabeyinin öldürülmesinden konuÅŸmaktan pek hoÅŸlanmıyordu. Ne toplantılarda, ne özel sohbetlerde bu konuyu açtığını duyan olmamıştı. Aslında sadece Faruk Cömert deÄŸil, Zehra ve Semra Cömert için de geçerli idi bu durum. Onlar da, ne cinayetle ilgili bir soruya yanıt vermek, ne de o günlerle ilgili anıları anlatmak istiyorlardı.Ankara’da bir apartman dairesinde birlikte oturan memur emeklisi iki kızkardeÅŸ, bugünlerde ise sevinçli. Çünkü dört yıl aradan sonra kardeÅŸleri Faruk Cömert yeniden Ankara’ya geldi. Hem de Hava Kuvvetleri Komutanı olarak.1999’da korgeneral, 2003’te de orgeneralliÄŸe yükselen Faruk Cömert, son iki yıldır, Harp Akademileri Komutanı olarak Ä°stanbul’da görev yapıyordu. Oradaki bir seminer konuÅŸması, mesleÄŸindeki hedeflerini yansıtıyordu: ’Bir gün Batılı ayaklar, ayda ayak izlerini bırakacaklarsa, bunların arasında bir de Türk’ün bulunması için ÅŸimdiden çalışmalara giriÅŸmek gerekir.’Nitekim bu hedefini Hava Kuvvetleri devir teslim töreninde de yineledi. Özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral YaÅŸar Büyükanıt ile çok iyi anlaÅŸan Orgeneral Cömert’in Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki etkisi ise aylar öncesinden hissediliyordu...Â
button