Güncelleme Tarihi:
Benim Adım Kırmızı, ‘‘Sakın inanmayın Orhan'a, çünkü hikayesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur’’ diye bitiyor. Bu röportaj da böyle başlasın: O kitapta yazdığınız herşey yalandı değil mi, siz bizimle oyun oynadınız!
- Bütün kitaplarımın bir oyun yanı var. Ama aynı zamanda çok inandığım, kimi zaman mahremiyetimden, kendi kırıklık noktalarımdan, bunu anlatmalıyım diye düşündüğüm ayrıntılardan gelen yanları da var. Bir kitap bu ikisinin hünerle, hangisinin hangisi olduğunu göstermemek için yapılmış bir karışımdır. Kitaplarıma dair bana da bir ses bazen hepsinin oyun olduğunu söyler ama o ses benim kalbimin tümünü yansıtmaz. Bir başka ses de hepsinin fazlasıyla ciddi olduğunu hissettirir.
Yani siz oyun oynamayı seven bir insansınız.
- Severim. Oynayabiliriz.
Kitaplarınızda oynadığınız oyunlar gerçek hayattaki oyunlardan hangisine benziyor? Saklambaç, körebe, kuka...
- İşkence, saklambaç gibi oyunlara.
Peki oyununuz ne kadar tehlikelidir?
- Benim şaşırtma, sarsma noktalarım kitabın içinde kalıyor. Tehlikesi kitabın dışına çıkabilen yazarlara çok az rastladım. Bence bütün yazarlar tehlikesizdir.
Bunu öğrendiğim iyi oldu. Bedeniniz size fazla mı geliyor? Bazen spastik duruyorsunuz da.
- Hayır aksine az geliyor. Ruhum dışarıya taştığı için, sanki bedenime yeterince yayılamadığımı düşündüğüm için kimi zaman ellerim, kollarım bir köşede kalmış gibi oluyor.
ANSİKLOPEDİLERDEN ÖĞRENDİM
Ama sizi tanıdıkça bu hoş geliyor insana. Siz de bunun farkındasınız. Yoksa siz herşeyin mi farkındasınız? Bu kadar farkında olmak sinir bozucu değil mi?
- ...
Şöyle bir yaygın kanı var...
- Yaygın kanılar genellikle yanlıştır.
Hayat bilgisinden yoksun olduğunuzu düşünüyorlar. Doğru mu? Anabritanica'lardan hayatı öğrendiğiniz...
- Doğru. Çok doğru. Hayatı ansiklopedilerden öğrendiğim için kısıtlıdır ama doğrudur. Yaygın ve yanlış kanılardan beslenmem. Az bilirim ama doğru bilirim. Çok ve yanlış bilenlere göre ben az bilirim. Minimal bilgim doğrudur ve ben kitaplarımı onunla yazarım. En büyük takıntım, arzum iyi roman yazmaktır. Ve hayattaki eğlenceler, müzik sesleri, güzel elbiseler, güzel tatil beldeleri, yani pek çok şey, sizi takıntı diye adlandırdığınız şeyin dışına çeker. Benim içinse hayat, eğer mümkünse bu ikisi arasında sürekli olarak pişman olmayacağım bir denge bulma çabasıdır. Yirmibir yaşından itibaren hayatımın odak noktasına iyi roman yazmayı oturttuğum, kendimi böyle koşullandırdığım için, o müziğe bir parça sırtımı dönebildim.
SÜNEPE BİR YAZARIM
Yani yaşamaya. Yazmak mı yaşamak mı desem... Sinir bir soru değil mi?
- Evet kızıyorum bu ikileme. Herkesin bir işi vardır. Başka meslektekilere bankacılık mı hayat mı, yatırımcılık mı hayat mı diye sorulmaz, ama yazarlara sorulur.
Belki yazarlar aslında yaşamadıklarını, sadece kendi küçük dünyalarında var olduklarını söyledikleri için...
- Hayır ancak benim gibi sünepe yazarlar bunu söyler. Bir de Hemingway gibi yalnızca yaşadıktan sonra yazdığını söyleyen yazarlar vardır. Bizim ülkemizin kamuoyunun yüzde 90'ı onlara inanmıştır. Bana durup durup Orhan Pamuk ‘‘kitabı yazar’’ demelerinin sebebi de bu yanılsamadır.
Ve siz gıcık oluyorsunuz.
- Ola ola, olmamayı öğrendim.
Benim Adım Kırmızı'daki nakkaşlık aslında yazarlık mı? Yani tanrısal yaratıcılık mı?
- Tanrısal yaratıcılık değil, bilakis hayvansal bir sabır! Nakkaşlarımın otuz yıl aynı çiçeği on binlerce kez çizdiğini anlatırken, ya da bir eski ustanın bir kenar süsünü yetmiş yıl yapıp, kör olduktan sonra bile elleri ezberlediği için tekrar edebildiğini söylerken, yirmidört yıldır sürüp gelen ve her sabah masa başına oturmakla başlayan zavallı Orhan'ın acıklı hayatına elbette ki gönderme yapıyorum. Benim onlardan tek üstünlüğüm onlardan daha kalıcı olabilme ihtimalim değil, sesimi pek çok insana, medya ve kitaplarım aracılığıyla duyurabilmemdir.
Bu arada kaç yüz yıl kalıcı olmayı düşünüyorsunuz?
- Hep şöyle derler değil mi, yazar falancanın kitapları kalıcı olmayacak, filancanınki ise kalıcı olacak. Bununla övünürler ya da önemserler. Benim yok öyle bir kuruntum. Ama bu konuda hiç takıntım yok diyemem. Yine de bugün yaşayan hepimizin üç yüz yıl sonra hiç okunmayacağını çok iyi biliyorum. Çünkü Türkçe gaddarca değiştiriliyor bir, dünya değişiyor iki. Ve üç yüz yıl sonra insanlar başka sorunlarla ilgileniyor olacaklar, daha akıllı olacaklar demiyorum ama ilgileri başka konularda olacak, üç. Belki bugün önemsenmeyen bir şair, belki bugün önemsenmeyen popüler bir yazar üç yüzyıl sonra, o da hocaların öğrencilerini zorlamasıyla, mecburiyetten okunacak. Ama o kadar.
Yaratıcılar ve ölümlüler arasındaki en temel fark nedir? Yaratıcılar ölümsüz müdür?
- Hayır değildir. Ama modern laik toplum, Tanrı'yı öldürdükten sonra alemini anlamlandırmak için sanatçıları bulmuştur. Bu yüzden Tanrı'ya özgü bazı özellikleri yazarlara maletmeye çalışmışlardır. Ölümsüzlük de bunlardan biri...
YAŞAYAN BİR ÖLÜ
Nerelere geldik. Ama ben hemen sizi sığ sulara çekeceğim! Kitaptaki ölüler kim? Siz de zaman zaman kendinizi yaşayan bir ölü gibi hissediyor musunuz?
- Hiç bir mahzuru yok. Kışkırtabilirsiniz. Evet ben de yaşayan bir ölü olabilirim.
Olabilirim ne demek? İnsan ya öyle hissediyordur ya da hissetmiyordur.
- Bu kadar dostluktan sonra, bir açık verince kafama ateş etmenizi hiç kardeşce bulmuyorum doğrusu! Zaman zaman, çok çalıştığımda, dünyadan koptuğumda kendimi bir ceset gibi hissettiğim olmuştur. Son 14 ayı mesela yalnızca şu roman bitsin diye yaşadım. Ve hayatımdaki bütün kararlar onun iyi olmasına ve bitmesine göreydi.
Kadın okurlarınız sizi beğeniyor. Karizmatik buluyorlar. Siz kendinizi nasıl buluyorsunuz...
- Bu sözleri duyunca bazen içim rahatlıyor.
Rahatladığınıza göre ‘‘ayıp’’ bir soru geliyor: Yazmayı mı tercih edersiniz, sevişmeyi mi?
- Flaubert der ki, edepsiz bir ifade kullanır, benim bu romanda kullandıklarımdan: Sevişmek ile yazmak birbirlerini dışlayıcıdır. Ne kadar çok sevişirse insan, o nispette az ve kötü yazar. Ben bu konuda bu kadar karamsar değilim ama şunu da kendi deneyimimden bilirim: Sevişmeye odaklanmış bir ruh hali yazı yazmak için elverişli değildir. Ama Flaubert kadar da karamsar değilim.
Hayattaki starlarınız kimler?
- Ben bütün starlarımı öldürdüm.
HERKES BİRBİRİNE BENZER
Benim Adım Kırmızı'da katillerin ruh hallerini iyi bildiğiniz anlaşılıyor. Peki siz hiç cinayet işlemeyi düşündünüz mü? Demek istiyorum ki, içinizdeki şiddet buralara kadar geldi mi? Bugün bir cinayet işleseniz kimi, nasıl öldürürdünüz?
- Herkes gibi, birine kızdığım zaman içimdeki şiddet dürtüleri, filmlerden öğrendiğim sahnelerin de yardımıyla kafamın içinde yüzer.
Testere, çivi, matkap, tornavida, bıçak. Hangisi!
- Farketmez, çünkü farkedilmemektir benim için önemli olan. Fantezilerimdeki cinayetlerde bile yakalanmamak. Alet düşünmem. Kitaptaki cinayete ve katilin psikolojisine gelince, bir yazar herşeyi kendinden çıkarır, bir katili anlatmam için, illa ki cinayet işlemem gerekmez, ama kendimi ağır biçimde suçlu ve aşağılık hissetmem gerekir. Hayatımda böyle dönemlerin olmuş olması, onları da fena halde karnım ağrıyarak ara ara hatırlamış olmam gerekir. Bana kalırsa, yazarlık herşeyi insanın kendisinden çıkarabilme yeteneğidir. Ya da şunu anlarsanız iyi yazar olursunuz: Aslında insanların hepsi birbirine benzer, bir katil de sizin teyzenizin üzerine çorba döktüğünüzde hissettiklerinizin sadece abartılısını yaşar. O kadar.
Öldürdüğü adamı kuyudan atarken, nakkaş bunu kendi sanatına uymayan bir ‘‘kabalık’’ olarak değerlendiriyor. Sizin de kendinize dair yakışmadığını düşündüğünüz kabalıklar var mı?
- Öyle şeyleri yapmayayım diye yazarlığı seçtim ben. Kabalıkların olmadığı bir dünyaya kendimi hapsetmemdir yazarlık. Yazarlık aslında ‘‘Bana yakışmaz, beni çok sıkıyor’’ diye düşündüğüm hayatın kabalıklarından, sıkıcı yanlarından, kaçmama yarıyor.
MUTLU AŞK VARDIR
Saygının aslında bir nevi boyun eğme olduğunuzu söylüyorsunuz. Bir öğrenelim, siz kimlere boyun eğiyorsunuz, karınıza, kızınıza, babanıza, Türk Devletine, okurlarınıza...
- Onu ben değil, kitaptaki bir karakter söylüyor. Ben kimseye boyun eğmiyorum. Ya da hepsine sadece bir ölçüde boyun eğiyorum. Bence direnmek, sürekli isyan etmek değildir. Arada bir, gerektiği zaman karşı çıkabilmek. Ama bu toplumdaki, hevesle ve gereğinden fazla boyun eğen insanlardan evet şikayetçiyim. Ben ne çok boyun eğdim, ne de çok isyancı oldum. Zaten boyun eğmemi gerektirmeyecek bir işi seçtim kendime. Başkalarının buyruklarıyla iş görmek istemediğim için yazar oldum.
Hayatta sizin için önemli olan herşey kitaplarınızda var mı?
- Bilmiyorum. Bence yok. Kitap yazmak, yazarın ilerleyebilmesi, önemli gördüğü öteki şeylere de açılabilmesi, açılma cesareti de bulabilmesidir. Hayatta benim önemli gördüğüm her deneyim, her konu istediğim gibi kitaplarıma girememiştir. Eğer yazarlık bir itirafsa, tamamını yapamadım. Onun için de heyecanlıyım. Daha fazlasını anlatmaya...
Peki mutlu aşk var mıdır?
- Vardır.
Benim Adım Kırmızı'da var ama, mümkün mü bu Allah aşkına?
- Elbette. En azından insanın aşk yüzünden mutlu olduğu dakikalar, dönemler vardır. Ama ister aşkla ilgili olsun, isten Milli Piyango'yla hiçbir mutluluk uzun sürmez. Yine de mutlu aşk yoktur diyemem, o Aragon'dur biliyorsunuz.
Biliyorum da, adam sanki doğruyu söylemiş ben onu demek istiyorum, o yüzden aksi olabilir mi diye size soruyorum. Hem siz kadınların ağzından onları anlatacak kadar onları iyi tanıyor musunuz?
- Ben herşeyi kendimden çıkarırım. Kadınların ne hissedebileceğini de kendi deneyimlerimden çıkarırım.
TEŞHİRCİ SALAKLAR
Kızınızla yeterince ilgilenebiliyor musunuz?
- Kızımı çok seviyorum.
Bugün okulda onun saçını kim çekti mesela? Bu tür şeyleri biliyor musunuz?
- Anlatırsa bilirim.
Babalık sizin için suçluluk duygusuyla karışık bir şey mi?
- Evet. Ve bu hiç bir zaman sona ermeyecek. Çünkü hep yapmam gerekenleri yapmadığımı düşünürüm. Şimdi domino oynama vaktidir, sonra Mikado vaktidir ve de suluboya. Ama sonra? ‘‘Bir gün de roman yazmasan...’’ olur.
Hayatınızdaki diğer insanlar niye size tahammül ediyorlar?
- Tahammül ettiklerini nereden biliyorsunuz!
Benim Adım Kırmızı'da tarih ve renklerle sezgisel bir ilişki kurduğunuza göre, siz hangi renksiniz?
- Genellikle yeşil giyerim, mavi olmak isterim.
Peki Bay Mavi-Yeşil, Türkiye'de neden aydınlar birbirinin kuyusunu kazıyorlar, birbirlerini çekemiyorlar?
- Dünyanın her tarafında yazarlar birbirlerinin kuyusunu kazarlar. Çünkü yazarlar okurlarının sevgisini tutkuyla isterler. Elbette ki sizi sevmesini istediğiniz kişinin, mesela annenizin başka birine gösterdiği sevginin, dehşetle kıskanılması gibi, okurun da başka bir yazara sevgi göstermesi gerçekten tahammül edilmez bir şeydir. Sanatta ve yazarlıkta, ayıp olan kıskançlık değil, bu insani duyguya hakim olamayıp haseti bazı salakların yaptığı gibi teşhir etmektir.