2 Temmuz 1962 tarihli Hürriyet’te yer almıştı aslında ilk
haber. ‘Baba Amerikalı, oğulları Türk’ başlıklı haberdeki bilgilere göre, ABD’nin İzmir Başkonsolosu Kenneth Byrns iki Türk kardeşi evlât edinmiş ve uzun bir tatil için ülkesine götürmüştü.
Sıradan bir ‘evlât edinme’ öyküsüne benziyordu ilk bakışta. Oysa çocuklardan Faik Byrns, yıllar sonra yaşadıklarını yazacak ve meselenin hiç de öyle basit olmadığı da böylece anlaşılacaktı.
Faik Byrns, 3 Aralık 1950’de İzmir’de dünyaya geldiğinde, nüfus kağıdında Faik Şakir Özyeşil yazıyordu. 17’sinde evlenen, 21’inde boşanan ve iki yıl sonra da tüberkülozdan ölen bir anne vardı madalyonun bir tarafında. Diğer tarafındaysa hiçbir zaman hatırlamadığı ve ‘biyolojik baba’ ismini taktığı Nuri. Bir de kendisinden 15 ay küçük kardeşi Fadıl ile bu iki çocuğun bakımını üstlenen yoksul mu yoksul bir anneanne.
DICKENS ROMANLARI GİBİ
Bu nedenle, “Dickens ve Mark Twain’in romanları, büyük ölçüde kendi çocukluğumu hatırlatıyordu bana (...) Dickens on iki yaşında çalışmaya başladığında yoksullukla tanışmış ve yoksulluğu daha iyi anlamaya başlamıştı. Bense İzmir’de ondan daha genç yaşta berber çıraklığı yapıp Tepecik Pazar Yeri’nde su satarken, yoksulluğun nasıl bir şey olduğunu fark etmeye başlamıştım” diyecekti yıllar sonra. Ancak, Kemalettin Tuğcu’yu da yabana atmamak gerekir. Hatta, yerli olması itibariyle Kemalettin Tuğcu’nun içe işleyen romanları çok daha uygundur konumuza.
Beş yaşında Basmane’deki İzmir Otogarı’nda çaycıdır Faik. Arkasından, Edremit’te bir gecekonduda geçen yıllar vardır. Yıllar sonra, Edremit’e giderek bu gecekonduyu arayacak, ne var ki bir türlü bir türlü bulamayacaktır, “Edremit’in bu bölgesi hâlâ kasabanın yoksul bir parçası ama çocukken hatırladığım düzeyde bir yoksulluk görmedim” der bu ziyaretin ardından.
Edremit’te dedelerinin hiç yüzünden hapse girmesiyle ilgili ayrıntıysa adalet sisteminin içler acısı halini gösterir: “Her hafta hiç aksatmadan dedemi hapiste ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Birkaç ziyaretimden sonra, dedemin koğuş arkadaşlarından biri biraz para vererek bir şişe rakı getirmemi istemiş ama tembih etmişti: ‘Sakın ola, bir gardiyana ya da yetkiliye yakalanma!’ Mahkûmlara rakı götürerek kazandığım para fena değildi; dedem hapisten salıverilinceye kadar, her ziyaretimde bu küçük kaçakçılık işinden iyi para kazandım.”
BİR ANDA DEĞİŞEN HAYATLAR Yine de iyi günlerdir. Ardından gelen muavinlik süreci, beş kiloluk teneke kutularda esrar yetiştiren bir dede, pazarlarda su satan, karpuz kamyonlarının boşaltılmasına yardım edip karşılığında iki karpuz alan iki kardeş... Daha sonra, Faik’in bir berber dükkânında çıraklıklık günleri başlayacak ve iki kardeşin talihi dönecektir: Berberin müşterilerinden biri ABD’nin İzmir Başkonsolosu Kenneth Byrns’dır. O ve eşi Necha, çok geçmeden Faik ve Fadıl’ı evlat edinecek ve böylece İzmir’in en yoksul çocuklarının kaderi değişecektir. Faik, bu iki dünyadaki ilk farkı şöyle kıyaslayacaktır: “Fadıl’la ben hep sokaktaki tezgâhlardan alınmış sağlıksız önlükler giyerdik. Oysa bu kez, terziler eve gelip yeni önlükler dikmişti. Artık kıskanan değil, kıskanılan kişiler olacaktık.
Ancak evlatlık verildiklerine dair haberler yayımlanınca dedikodu mekanizması da hemen çalışmaya başlar: Anneanne ve dede iki çocuğu Amerikalılara yüklü bir para karşılığı satmıştır! Bunu duyan ‘biyolojik baba’ tarafı da para sızdırmak için dayanır kapıya. Ancak o sırada iki kardeş Amerikalı kardeşleri Lara ve yeni aileleriyle Pan American’la Viyana yollarındadır. Roma, Paris, Londra ve New York’ta alacaklardır soluğu önce. Avrupa kentleri de etkileyicidir ama Faik’i asıl çarpan New York’tur. Faik’in ifadesiyle, Alice Harikalar Diyarı yaşadıklarının yanında çok sönük kalır.
Amerika’da yeni bir hayat, üniversite, evlilik, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nde subaylık ve farklı değer yargıları karşılığını şöyle bulur: “Aile, kan bağı değil, kalp bağıdır (...) Yeni annemle babamı, anne ve babam bilip, zamanla onlara büyük bir sevgiyle bağlandım; beni biyolojik olarak dünyaya getirdikleri için değil, beni yetiştiren, beni koruyan, bana sevgi veren, beni eğiten ve bana ilgi gösteren kişiler oldukları için.”
(Hayalden Öte, Gerçek Bir Mücadele Yolculuğu, Faik Byrns, Çeviren: Kemal Atakay, İzgören Yayınları)
BİR HAYATIN KİLOMETRE TAŞLARI
İlk bakışta, Amerikalı bir diplomatla eşinin bizi evlat edinmesi, üstünkörü bir değerlendirmeyle devlet kuşu gibi görünecektir haklı olarak. Bu kişiler evlat edinilmenin Fadıl ya da benim için hiçbir risk içermediğine karar vereceklerdir rahatlıkla. Türk gazetelerinin ilk sayfalarında ilginç bir öykü olarak evlat edinildiğimiz haberini okuyan biri, hiç kuşku yok ki evlat edinilmenin milli piyangoyu kazanmaktan daha iyi olduğunu düşünecektir. Oysa derinlemesine düşünülürse şaşırtıcı derecede farklı bir durum ortaya çıkacaktır. Mücadele sona ermemiş, yalnızca biçim değiştirmiştir.
Maria da benim gibi evlatlıktıOrta Oregon’daki küçük bir kasabadan gelen, cana yakın ve harika bir kızla tanıştım. Adı Catherne Marie Burnett’ti ve o da evlat edinilmişti. 12 yaşındayken annesi intihar edince dayısı onu ve küçük iki kardeşini evlat edinmiş ama benim aksime, Maria evlat edinen anne ve babasından, bizim evimizde bol bulunan sevgi ve ilgiyi hiç görmemişti. Ona, ‘Sana Maria diyebilir miyim’ diye sordum. Bu fikir hoşuna gitti ve sonra benim Mariam oldu. (Faik Byrns ile Maria, on yedi yıllık evlilikten sonra 1987’de boşandı.)
Mısar tarlalarında ismimi yitirecektimTürkler, Araplar ve başka ülkelerden gelenlerle tanışmalar sırasında kendimi George değil, Faik olarak takdim etmeye başlamıştım. Kısa süre sonra, Faik’in beni George’dan daha çok iyi anlattığını fark ettim (...) Iowa’da mısır tarlalarında neredeyse adımı, kültürümü ve dilimi yitirmiştim: Biri zorladığı için değil; geçmişi unutmak ve G. Faik Byrns olmaktansa George F. Byrns olmak işime geldiği için. İlk ad, başkalarına Faik’le Byrns’ün nasıl birleşip bu benzersiz adı
kazandırdığını açıklamaya çalıştığımda, köklerimi hatırlatacaktı.
Hayatımdaki dört kadından üçü gittiYirmi bir yaşına geldiğimde, yaşamımda önemli dört kadın olmuştu ve üçünü yitirmiştim, üstelik hepsini çok genç yaşta. Artık yalnızca eşim Maria vardı ama sorumsuzluğum ve olgunlaşmamışlığım yüzünden, bu zavallı kız yalnızca eşim olmakla kalmıyordu, yeni annem olma sorumluluğunu da üstlenmişti. Durumu anlasaydı, o sıralar bana âşık oluşuna aldırmayarak, benim gibi sorumsuz birine çocuk gibi bakmayı kabullenmek yerine, birkaç ay sonra boşanırdı.
Amerikan ordusunda bir deniz subayı
Sanırım, Deniz Kuvvetleri’nin gerekli gördüğü fiziksel ve dayanıklılık testlerinin hepsinden değilse de, çoğundan kalmış ve okulun bütün telafi kurslarına katılmıştım. Sonunda, kollarımı kullanmadan su üstünde kalabilmeyi, bütün uçuş giysileriyle soğuk suda bir mil yüzmeyi öğrendim, tüfeğimi ve ayakkabılarımı parlatmada ustalaştım ve öz disiplin konusunda çok şey öğrendim. Subay olma hedefime doğru ilerliyordum. Hava Subay Adayı Okulu programını tamamlayıp, Hazirah 1974’te deniz subayı olarak göreve başladım.