Güncelleme Tarihi:
‘‘Mutfakta yemek yapıyordum. Ocağın altını kıstım tam tuvalete gidiyordum ki gürültülü bir şekilde kapı çaldı. Gelen biraz ilerimizde oturan Sırp komşumuzdu. Hemen çocuklarını al ve buradan git. Yoksa hepinizi öldürecekler dedi. Çocuklardan ikisi etrafta görünmüyordu. Arka bahçede oynayan İsmail'i kucağıma alarak hızlıca kaçmaya başladım.’’
- Peki mutfaktaki ocak yanıyordu.
‘‘Bırak mutfaktaki ocağı söndürmeyi ayağıma bile birşey giyemedim. Arka sokaklardan patlama sesleri geliyor ve dumanlar yükseliyordu. Sokağın başındaki Türk komşularımı gördüm. Kızımla oğlumu görüp görmedikleri sordum. Bana hiç düşünme, kaybedecek vakit yok diyerek İsmail'le beni apar topar minibüslerine bindirdiler. Araba giderken sürekli etrafa bakıyordum acaba diğer çocuklarımı görebilirmiyim diye ama nafile. Üç yaşındaki İsmail olmasa arabaya bile binmeyeceğim ama en azından onu kurtarayım diye düşündüm. Süratli bir şekilde giderek önümüzde oluşan konvoyun arkasına takıldık. Çocuklar belki öndeki arabalardan birine binmiştir diye düşündüm. Son anda tuvalete gidemediğim için çok sıkışmıştım. Artık dayanacak halim kalmamıştı. Arabayı kullanan Mehmet amcaya karısı durumumu anlattı. Ama Mehmet amca durursa konvoyu kaçırabileceğimizi söyledi. Ne mutfaktaki yanan ocağı ne de diğer çocukları düşünemez olmuştum. Karnıma inanılmaz bir sancı girdi. Mehmet amcaya, İsmail sizde kalsın ben iniyorum tuvaletimi yapacağım sonra size yetişirsem yetişirim dedim. Zaten çok geçmeden altımızdaki arabayı aldılar. Yürümeye başladık. Etraf insan kaynıyordu. Baktım olacak gibi değil İsmail'i Mehmet amcanın kucağına vererek bir tepenin yamacına gittim. Bir baktım ki oralardan da insanlar geliyor. Biraz daha öteye gitmek için uğraşıyordum geçenlerden biri dikkat et etraf mayınlı dedi. Karnımdaki sancıdan neredeyse ölecektim. Ne ayıp kaldı ne günah çömeldim oracığa.’’
Cevriye Gase'nin bu hikayesini dinledikten sonra mülteci kamplarındaki tuvaletler bile gözüme bir abide gibi görünmeye başladı. İnsanın çok sıkıştığında geride kalan evlatlarını bile düşünemeyeceği aklımın ucundan bile geçmezdi.
Kimi pijaması ya da eşofmanıyla, şanslı olanlar günlük giysileriyle kaçabilmiş. Tozlu, çakıllı patikalardan dağları aşarak Makedonya girişindeki Blatze ‘‘cehennemi’’ne gelmişler. Aç, susuz geçen uzun ve riskli yolculuktan sonra Blatze, o berbat günleri bile aratmış. İç içe girmiş binlerce insanın üzerine geceleri yağan amansız yağmurun ardından sabahları cesetler toplanıyormuş. Vefika Tanca anlatıyor:
‘‘Şanssızlık bir kere başladı mı gerisi mutlaka geliyor. Günlerdir yağmur yağmıyordu. Blatze'de açıkta kaldığımız ilk gece yağmur yağdı. O gece çamurun içinde birbirimize sokularak uyumaya çalıştık. Soğuk ve çamur iliklerimize kadar işledi. Sabaha doğru yanıbaşımdan çocuk cesetleri toplanırken ben yeniden yağmurun yağmasını istedim. Günlerdir üzerimdeki elbiseninin çamurunu ancak iyi bir yağmur temizleyebilirdi. Elbise kirden bütün vücuduma yapışmıştı.’’
Mültecilerin çoğu öğretmen, doktor veya tüccar. Yıllarca büyük emekler harcayarak kurdukları düzenleri bir gecede yok olmuş. Nahide adındaki genç kadın yanıma yaklaşarak bir sigara istiyor. Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı okumuş. Bugüne kadar karşı olduğu sigaraya da kampta başlamış, tabii ki bulursa. Yardım getiren Türk tır şöförlerinden birinin verdiği küçük piknik tüple bütün kampa çay servisi yapıyor. Çay ve kahve deyip geçmemek lazım. Günlerce boğazlarından sıcak birşey geçmemiş olanlar için çok değerli. Nahide Hanım sinema meraklısıymış. Evini terkederken uzun süredir biriktirdiği video arşivinden zor ayrılmış. ‘‘Bundan sonra birşey biriktirmek mi? Aslaa!’’ diyor. Hele takılarını satarak aldığı en büyük boy televizyonunda bir kez bile film seyredememiş.
KARABORSA
Mülteciler, tel örgülerle çevrili kamptan dışarı çıkamadıkları için NATO'nun dağıttığı malzemelerle ihtiyaçlarını gidermek zorunda. Bu durumdan faydalanmayı bilen bazı açıkgöz Makedonlar, tel boyunca tezgah kurarak bir karaborsa oluşturmuş. Bir karton Marlboro sigarasını 70 dolara, içinde iğne-iplik, cımbız ve krem bulunan küçük poşetlerden oluşan seti de 20 dolara satıyorlar. Parası olanlar, tellerin üzerinden önce parayı atıyor, daha sonra karşı taraftan atılan malzemeyi alıyor.
TIRAŞSIZ SOKAĞA ÇIKMAZDIM
‘‘Evimden ayrıldığımdan beri geçen her gün, ömrümden bir yıl götürdü.’’ Mültecilerin çoğu geride bıraktıkları konforlu evlerinden sonra çileli kamp hayatına da yavaş yavaş ayak uydurduklarını söylüyorlar. İhsan Sevre ‘‘Priştine'deyken kravatsız ve tıraşsız tek bir gün dışarı çıkmadım. Evde karımın yanında bile pijamayla dolaşmadım. Büyük konuşmamak lazım zorda kalındı mı herşeye alışıyor insan’’ diyor.
KAMPTA AŞK BAŞKADIR
21 yaşındaki Faruk Kurda liseyi bitirmiş. Matematik okumaya niyetliyken yurdunu terketmek zorunda kalmış. Faruk ailesiyle birlikte kaçmayı başarabilenlerden. Üç yıllık sevgilisi Nigar'ı geride bırakmış. Ama Stankovest kampı yeni bir aşk doğurmuş. Faruk uzun zamandır hoşlandığı halde bir türlü açılamadığı kuzeni Nilay'a yakın olma fırsatını ele geçirmiş. Çadır ahalisi yemek almak için kuyruklara girince Faruk'a gün doğuyor. Nilay'la daha fazla başbaşa kalabilmek için yemek kuyruklarının daha uzun olması için dua ediyor. Faruk'un 20 günden beri kampta yaşadığı üçüncü aşk hikayesiymiş. Diğer ikisi aileleriyle birlikte Almanya'ya gitmişler.
BİT KORKUSU
Bitlenme kamplarda yaşayanların en büyük kabusu. Hal böyle olunca da günlük hayatın aksamadan yürüyen en önemli ritüeli saç yıkamak oluyor. Eldeki kozmetik sayılan tek malzeme de ‘‘NATO Şampuanı’’ denilen ilaçlı sıvı sabunlar. Nahide Kumu, akşamları çadırlarda kalanların kaşınırken çıkardıkları seslerden uyuyamadığını söylüyor. Kampın su ihtiyacı kısa sürede çözülmüş. Gerçi taşıma suyla değirmen döndürülüyor ama hiç yoktan buna da şükrediliyor. Tel örgülerin dışındaki dereden akan su seyyar havuzlarda dinlendirildikten sonra her biri 72 ton kapasiteli su balonlarında depolanarak kampın değişik noktalarına dağıtılıyor. Saç yıkama seansları öğleden sonra başlıyor. Güneşin altında ısınan su balonlarından üşütmeyecek sıcaklıkta su geliyor.
Geceleri içleri tıka basa dolu oluyor çadırların. 65 yaşında olmasına rağmen en az 80 yaşındaymış gibi görünen Nacmiye Cevel ‘‘Kampta akşamları soğuk oluyor. Hem de öyle bir soğuk iniyor ki, üzerimize verilen battaniyeler bile titrememize engel olamıyor. Vücudunun üstü ısınsa sırtın toprağa değiyor. Allahtan çadırların içi kalabalık 16 kişi kalıyoruz da nefeslerimizden biraz içerisi ısınıyor.’’ diye anlatıyor çadır hayatını. Aynı çadırı paylaşan Hafize giriyor söze: ‘‘Almanya'ya
gidenler buradayken daha kalabalık kalıyorduk. Neredeyse şimdikinin iki katı kadardık. Akşam nasıl yatıyorsak sabah öyle kalkıyorduk. Sağa sola dönmek mümkün değildi. İlk gün hemen yanımda tanımadığım bir adam yatıyordu. Değmemek için kımıldamadan yan yatmak zorunda kaldım. Omuzumun altındaki küçük çakıl taşını bile itemiyordum. Kurşun gibi batmaya başladı. Sabaha doğru kendimi zor attım dışarı. Sol tarafım mosmor olmuştu.’’
Yıkanamadığım için karımla sevişemiyorum
Muharrem Bey, eski bir ekonomist. On yıl önce Sırp yöneticilerin hışmına uğrayarak işinden atılmış. Ekmeğini taştan çıkaran cinsten, yapmadığı iş kalmamış. Kısa boyu, cin gibi bakışlarıyla kamptaki nimetlerden azami ölçüde yararlanmayı biliyor. İki kızıyla birlikte kayıp vermeden ailesini kurtarabilmiş. Diğer aileler harmanlanmış bir vaziyette çadırlarda üst üste yaşarken o, ailesi için müstakil bir çadır ayarlayabilmiş. Kampın en önemli gereksinimlerinden biri olan haberleşmeyi de akıllıca çözmüş. Gazetecilerin cep telefonlarından yararlanmak için eski bir ‘‘otostop’’ tekniğini kullanıyor. Birbirinden güzel iki kızını gazetecilerin yanına göndererek telefonları olup olmadığını sorduruyor. Güzel kızlara hayır diyemeyen gazeteciler, telefonlarını verince Muharrem Bey birden ortaya çıkarak dünyanın çeşitli yerlerindeki akrabalarına selam gönderebiliyor. Muharrem Bey'in en önemli sorunlarından biri karısıyla eski günlerdeki gibi birlikte olamamak:
‘‘Ben yatağına düşkün bir adamım. Ayda 25 gün mutlaka seks yaparım. Ama 38 gündür karıma elimi bile süremedim. Çadırımız yalnızca bize ait. Yabancı kalmıyor. İstersem kızları gündüz çadıra sokmam yine yatarım ama daha sonra gusul abdesti almak lazım, cenabet dolaşmak günah. Burada yıkanma imkanımız yok. O yüzden karıma dokunamıyorum.’’
Metin Kalen 26 yaşında. İtalya'da çalışan ağabeyinin katkısıyla bir Alfa Romeo 146 almış. Arabanın jantlarından müzik sistemine kadar herşeyini kendi zevkine göre değiştirmiş. Geçen ay Amerika'dan özel bir hava filtresi getirterek arabanın süratini artırmış. Bu işin maliyetini karşılamak için annesinin bileziklerini bile bozdurtmuş. Ancak bir gün küçük kardeşi, Metin'i kızdırmak için yağlı ellerini arabanın camlarına dayayarak lekelemiş. Bir anda nevri dönen Metin küçük kardeşinin suratına okkalı bir tokat atmış. Şimdi arabasından çok kardeşine attığı o tokatı unutamıyor. Hıçkırarak ağlayınca sözünü tamamlayamıyor. Arkadaşı Metin'in kardeşinin Blatze sınırında öldüğünü söylüyor.
TELEVİZYONLAR
Stankovest kampındaki mülteci çocukların en büyük eğlencesi NATO askerleri. İngiliz ve İtalyan askerler, kendi çadırlarının önünde toplanan çocuklarla oyunlar oynuyor, onları güldürüyor. Dünya kamuoyunu bilgilendirmek için orada bulunan gazeteci ve televizyoncular bu oyunları görüntülüyor. Bu görüntüler, parçalanmış ailelerin birbirlerini bulmalarına da yardımcı oluyor. Naklen yayın sırasında kullanılan monitörlerin etrafında toplanan mülteciler, başka kamplardan gelen görüntülerden yakınlarını tespit etmeye çalışıyor.
AĞLATAN VE GÜLDÜREN DUVAR
Stankovest Kampı'nın kapısından birbiri ardına otobüsler hareket ediyor. Şanslı olanlar ailece bir Batı ülkesine doğru yola çıkıyor. Diğerleri sıralarını bekliyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin hazırladığı listeler büronun duvarına asılmış. Önceleri yalnızca gidilecek ülkelere ait listelerin asıldığı duvar, daha sonra haberleşmenin sağlandığı bir panoya dönüşmüş. İzlerini kaybetmiş aileler duvarlara iliştirdikleri pusulalarla birbirlerini bulmaya çalışıyor. Duvarın önünde sevinçten zıplayan birinin yanında yakınının ölüm haberini alan birisini görmek mümkün. Kampa gelen yeni sakinler getirdikleri bilgileri kağıda dökerek duvara iliştiriyorlar.
AYAKKABIDAN YASTIK
Blatze cehenneminden sağ olarak çıkmayı başaran küçük Alina, gazeteci Nazım Alpman'ın aldığı pabuçlarına gözü gibi bakıyor. Her akşam bulduğu bir fırçayla ayakkabılarını pırıl pırıl temizliyor. Yatağında onları yastık olarak kullanıyor. Blatze tahliye edilirken ailesi başka kamplara dağıtılan Sabina, İtalyan askerlerin kendisi için düzenlediği yaşgünü partisinde hediye edilen bebeğinden ayrılmıyor. Carlo Santini adındaki bir subay, bürokrasi izin verirse Sabina'yı evlat edinmek istiyor.
CIMBIZ, SAÇ BOYASI VE AĞDA
Ölüm korkusu ortadan kalkınca geride bırakılan konforu arıyor insan. Bulaşık makinesi, küvetli banyosu olan evini terketmek zorunda kalarak kalabalık çadırlardaki yaşama alışmaya çalışan kadınların gereksinimleri de farklı oluyor. Erkek mülteciler kamp dışına çıkabilen gazetecilere sıcak peynirli börek siparişi verirken kadınlar iğne-iplik, cımbız, tırnak makası, saç boyası, naylon çorap ve krem siparişi veriyorlar. Mültecilere dağıtılan reçeller bozuk ve bayat çıkınca kadınlara ağda oluyor.