Güncelleme Tarihi:
Korsika’da dağ ve taş denizden, kumsaldan önce gelir. Dik yamaçlara tünemiş köylere uzaktan bakıldığında, adanın bitki örtüsü, çam, servi, okaliptüs, çınarların gölgelediği evler ve kiliselerle uyum içindeymiş gibi görünür. Oysa terkedilmiştir çoğu, bir zamanlar kan davası güden köklü aileleri barındırmış konaklar kapalı kepenkleri, yer yer sıvası dökülmüş sarı, pembe, kırmızı, çivit mavisi duvarları ve heybetli duruşlarıyla harap ve ıssızdır. Eşkıyalar geçmişte kalmış da olsa, türküleri dillerdedir hâlâ. Bir zamanlar kan davası kurbanları için yakılan ağıtlar hiç beklenmedik anda sessizliği bozar. Bir çoban, iki üç koyun ya da keçiden ibaret sürüsüyle ağıla iner yamaçlardan.
ADANIN GERÇEK RUHU ÜCRA KÖŞELERDE SAKLI
Adanın doğal güzelliklerine nüfuz edebilmek için başka yörelerde de bulabileceğiniz turkuvaz rengi denizle kucaklaşmanız, Akdeniz güneşinde yanmanız yetmez. İçeriye, akarsuların derinleştirdiği boğazlara, çam ve kekik kokan dağ köylerine doğru uzanmanız gerekir. Korsika’nın gerçek ruhu bu köylerde, turistlerin uğramadığı ücra köşelerdedir. “Hatırla Barbara”da Korsika’yı diğer adalardan ayıran coğrafi ve kültürel özellikleri betimlemeye çalışmıştım kendimce, Napolyon’un adasının neden Fransa’nın herhangi bir bölgesi değil de başlıbaşına bir ülke olduğunu anlamaya ve anlatmaya kalkışmıştım. Bu kez, ne yazık ki, iki gün kalabildim Korsika’da. Ajaccio’nun kalabalık sokaklarını, palmiyelerin gölgelediği caddelerini arşınladığım da oldu, kalenin surlarına çıkıp limandaki yelkenlilere dalıp gittiğim de.
Cenevizliler tarafından 1492’de kurulduğundan bu yana Korsika’nın yönetim merkezi olmuş Ajaccio. Dağlarla çevrili, yeşilin maviyle halleşip kaynaştığı gerçekten güzel bir kent. Ama, ne yazık ki, çarpık yapılaşmaya kurban gitmiş. Kumsalın hemen dibinden yükselen tepelere çirkin mi çirkin, toplu konut tarzında binalar yapılmış. Kıyıda, birkaç depodan ibaret de olsa, sanayileşme belirtileri göze çarpıyor. Dev gemilerin de yanaştıgı liman ünlü şarkıcı Tino Rossi’nin adını taşıyor ama, “Seni Bekleyeceğim” gibi bir zamanlar dilllerden düşmeyen şarkılar değil, gürültülü pop müzik çalınıyor her yerde.
HEDİYE MİYDİ YOKSA ZEHİRLİ BİR BELA MI
Eski kentin Ceneviz’den kalma dar sokaklarında dolaşır, barok kiliselerin önünden geçerken Napolyon’un evini gösteren bir işaretle karşılaştım. Ve birden Avrupa’yı sarsan, Moskova yenilgisine dek monarşileri dize getiren, peşinden sürüklemeyi başardığı Fransız halkıyla, daha doğrusu Fransız ordusuyla nice zaferler kazanıp cumhuriyetçi fikirleri tüm Avrupa’ya yaydıktan sonra okyanusun ötesindeki bir adada yapayalnız, sürgünde ölen imparatorun bu kentte doğduğunu anımsadım. Ajaccio’nun Fransa’ya sundugu bir değer miydi Napolyon yoksa zehirli bir hediye, bir belâ mı? Bu konuyu tarihçiler hâlâ tartışa dursunlar, biz Napolyon Bonoparte’ın gözlerini dünyaya açtığı ve dokuz yılını geçirdiği evi birlikte dolaşalım dilerseniz.
Napolyon’un Evi, Ajaccio’nun eski mahallelerinden birinde limon sarısı duvarları, mavi kepenkleri, arka bahçesindeki narenciye ağaçlarıyla ilk bakışta dikkati çekse de, kentin merkezindeki eski konaklara oranla daha küçük ve alçakgönüllü bir görünüşe sahip. 17’nci yüzyılın ortalarında iki katlı bir esraf evi olarak yapılmış, Bonaparte Ailesi üçüncü katı Napolyon’un doğumundan, yani 1769’dan sonra çıkmış. Korsika da bu tarihten bir yıl önce Fransız eğemenliğine geçmiş zaten. Napolyon’un atalarının Ceneviz kökenli olduklarını, Ajaccio’nun kurulmasıyla birlikte bu kente gelip yerleştiklerini, avukat olan babası Charles-Marie’nin 1764’de annesi Letezia Ramolino’yla evlendiğini, bu evlilikten olan sekiz çocuklarıyla Ajaccio’da mutlu yaşadıklarını duvar panolarından öğreniyoruz. Cumhuriyetçi fikirlere yakınlığıyla tanınan Bonaparte’lar, Korsika’nın çok kısa süren bağımsızlık döneminde, Fransız Devrimi tüm hızıyla sürerken, evlerini terkedip kaçmak zorunda kalıyor. Napolyon’un askeri okulda eğitim gördügü yıllarda aile de sürgüne gitmek zorunda kalıyor. Ama çok sürmüyor ayrılık. Letezia, 1796’da adaya yeniden dönüp evine kavuşuyor. Napolyon ise, dokuz yaşında ayrıldığı bu eve yıllar sonra, Mısır seferinden dönüşte geri gelebiliyor ancak, o da bir kaç günlüğüne.
MISIR SEFERİ DÖNÜŞÜ BU YATAKTA UYUMUŞTU
İmparatorun dokuz yaşına dek anne, baba ve kardeşleriyle yaşadığı ev bugün müze, ne var ki çocuk Napolyon’dan kalan fazla bir şey yok vitrinlerde. Buna karşılık, 1799 Mısır seferi dönüşü uyuduğu yatakla o dönemden kalma mobilyalar, bir de Bonaparte Ailesi’nin kökenleri ve akıbeti üzerine pek çok bilgi var. Napolyon’un ölümünden sonra evin geçirdiği onarım ve değişiklikleri de panolardan izlemek mümkün. Ajaccio’dan askeri okula, oradan da Paris’e giden Napolyon, belki geri dönüşleri sevmediğinden ya da durum öyle gerektirdiğinden, 1799’da kaldığı bir kaç günü saymazsak, baba evine dönmemiş bir daha. Ama burada, sevecen ve disiplin düşkünü bir annenin korumasında yaşadıklarını da unutmamış. Korsikalı olduğu için sınıf arkadaşlarının aksanıyla alay ettikleri, küçümsedikleri Napolyon’un o günlerden öcalırcasına kendi kaderini Fransa’nın kaderiyle birleştirdiğini, ülkesini önce zafere sonra felâkete sürüklerken belki de Ajaccio’daki bu evi, kepenkleri her zaman kapalı duran bu loş odaları belleğinin bir köşesinde yaşattığını, Korsikalı kökeninden kaynaklanan “farklı” bir kişilik, aykırı bir insan olduğunu düşünüyordum eşikten dışarıya adım attığımda. Ajaccio Körfezi’nde gün batıyordu. “Kan Döken Adalar” denilen kayalıkların ardından kayboluyordu güneş; denizi, dik yamaçları, göğü, bulutları, ulaşabildiği her yeri kana boyarcasına. Bir zaman olmuş, ilerde tarihin akışını değiştirecek çocuk da buradan aynı manzaraya bakmış, hayaller kurmuş, belki de Akdeniz güneşi gibi gökyüzünü ortalayıp kısa bir süre parladıktan sonra batacağını, batarken de ardında kanlı bir geçmiş bırakacağını düşünmüştü. Fransa tüm tarihine olduğu gibi Napolyon’a da sahip çıktı sonradan. Okyanus ötesindeki bir başka adadan, Saint-Hélène’den getirdiği kemiklerini Paris’in ortasına gömüp imparatorun anısına bir anıtkabir bile dikti.
Ajaccio’da, Napolyon’un ünlü zaferlerinden birinin adını taşıyan Austerlitz Alanı’nda da, piramit biçiminde bir anıtı var. “Fransızların İmparatoru 1804-1815” yazısının mermere kazındığı, Napolyon’u savaş meydanlarından tanıdığımız sapkası ve çizmeleriyle gösteren, oldukça sevimsiz bir anıt bu. Ulusal kahramanın gökyüzünü fethe çıktığını ima eden bir yazıyla imparatorluğun simgesi kartal ilk bakışta dikkat çekiyor.
TANIDIK BİR İSİM
Oysa doğduğu evin, onun anısını yaşatmak açısından, çok daha insancıl bir işlevi olduğu söylenebilir. Aralarında ünlü yazar, sanatçı ve siyasetçilerin de bulunduğu, dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilere açık bir müze çünkü. İşte bu ziyaretçilerden birinin, Türk dostu ve İstanbul aşığı Pierre Loti’nin izlenimlerine de bir göz atalım dilerseniz:
“Ev yerli yerindeydi, içeriye girer girmez akşam ve sessizliğin de etkisiyle, geçmiş zaman karanlıktan sıyrılıp kendini tüm ayrıntılarıyla göstermeye başladı.(...) Eski evlerle çevrili kederli ve çıplak avluda oynayan bir çocuk görür gibi oldum. Sonradan imparator olacak Napolyon’du bu.”
Pierre Loti haklı. İmparatorlar da bir zamanlar çocuktu. Doğdular, oynadılar, yaşadılar, sevdiler ve sevildiler. Övüldüler ve yenildiler. Sonra da, yapacak başka şey kalmamış gibi, öldüler.