Cezbeye tutulmuş adam Doğan Hızlan

Güncelleme Tarihi:

Cezbeye tutulmuş adam Doğan Hızlan
Oluşturulma Tarihi: Ekim 22, 2006 00:00

Bu yıl TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu olan Doğan Hızlan 50 yılı aşkın bir süredir edebiyat dünyasının ve gazetecilik mesleğinin göbeğinde, hep önemli konumlarda. 1950 kuşağının vazgeçilmez üyesi. Cemal Süreya’ya göre edebiyatın hem anası, hem babası.

Klasik müzik dışında bir müzik, edebiyat dışında bir uğraş, güzel yemek ve ritüelleri dışında bir etkinlik, yazmak dışında bir sorumluluk tanımıyor pek. Tanınmasına da karşı. Üniversite yıllarında arkadaşlarıyla çıkardığı edebiyat dergisiyle başlayan yazı hayatı, önemli yayınevlerinde ve uzun yıllar Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde sürdü. Halen Hürriyet’in Yayın Danışmanı, kültür-sanat gurusu, bir nevi "edebi ermiş"i. Gazeteci yazar Kürşat Başar İş Kültür Yayınları’ndan 29 Ekim’de piyasaya çıkacak bir nehir söyleşi yaptı onunla: Sanki Bir Roman Kahramanı/Doğan Hızlan Kitabı adlı kitap, o izin verdiği kadarıyla, onu anlatıyor. Bugüne kadar edebiyat dünyasına ilişkin bildiği hiçbir sırrı açıklamadı. Anılarını yazmayı düşünmediğini her fırsatta söyledi. Bu yüzden Murat Bardakçı onu "asıl önemi bugüne kadar yazdıklarında değil, yazması gerekenlerde, yani bilip de yazmadıklarında" diye niteledi. Kitabın önemi de burada; Hızlan, bu kitapta o anılardan yine izin verdiği kadarını anlatıyor, özel hayatının kapılarını aralar gibi yapıyor, en azından azıcık fikir veriyor. Kitabın bir özelliği de Hızlan’ın, tıpkı başkalarına yaptığı gibi, kendine de alaylı bir şekilde, dışarıdan, pardon "yüksekten" bakması. "Ben insanlara gülerim, eleştiririm. Şimdi kendime yapmazsam ayıp olur. Hem yapayım ki onlara gülmeyi, eleştirmeyi sürdürebileyim. Bir nevi avans alıyorum yani" diye açıklıyor. Tabii anlattıklarının ne kadarının kurgu, ne kadarının gerçek olduğunu kendisinin de bilmediğini ekleyerek... Tıpkı kitaba adını veren hayatının özeti gibi: Sanki bir roman kahramanı...

23 Aralık 1937’de İstanbul’da, Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirinde "Ücrá ve fákir İstanbul! Tá fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul" diye tarif ettiği Kocamustafapaşa’da doğar. Herhalde Kocamustafapaşa’nın Beyatlı’nın bilmediği bir sokağında olacak, hayatı boyunca ne mü’min ne yoksul olur, hele mütevekkil, asla!

Anne ve babası o küçükken ayrıldığı için, annesi, evlenmemiş iki teyzesi ve anneannesinden oluşan bir kadınlar ordusu tarafından büyütülür. Bu bir kadınlar saltanatı gibi görünür uzaktan ama tam tersidir. İnce zevklere sahip insanların yaşadığı, yemeğin bir ayin gibi önemsendiği, bir ayakkabı, bir kumaş için akşama kadar çarşılarda zaman harcanan bu evdeki dört kadın, sanki her istediğini yerine getirmek için oradaymışlar gibi davranırlar ona. E, o da onlara öyle davranır! Tek erkek olarak alabildiğine şımartılır ancak bir yandan da çaktırmadan nefes alması bile kontrol edilir. Rivayet odur ki, ayakkabısını kendi başına bağlamasına bile ancak 13 yaşına geldiğinde izin verilmiştir.

Teyzeleri onu çok yakındaki ilkokuluna (Kocamustafapaşa 28. İlkokul) her gün götürüp getirdikleri gibi, bir de yemek taşırlar. Davutpaşa Ortaokulu’na yazıldığında otomobile "bindirilir", bu kez teyzeleri her gün gelmez ancak sınıftaki bazı çocuklar onunla ilgilenir, çünkü tembihlenmişlerdir.

Yaşıtları, bu hiç de onlar gibi giyinmeyen (terziye diktirilmiş kol düğmeli gömlekler, örme, kaşe, kupon kumaştan elbiseler, kırmızı örme kravatlar, sarı çoraplar), pikniklerde yerde yanlarında değil, masa ve sandalyede tek başına oturan kitap kurdu çocuğa tuhaf tuhaf bakarlar.

Belli ki çoğu da sinir olur. Sınıf arkadaşı Egemen Bostancı bir gün "Ben senin yüzünden komünist oldum" diyecektir.

SEYYAR KÖFTESİ ASLINDA TEYZESİNİN KÖFTELERİYDİ

Okul dışındaki zamanını, bugün ne yapıyorsa onu yaparak, evde kitap okuyup müzik dinleyerek geçirir. Ailesi hiç sokağa bırakmaz ama o da "sokağa çıkayım" demez. Dolayısıyla ne duvardan atlayıp dersten kaçar, ne sokaklarda top koşturur, ne denize girer, ne de Teksas Tommiks okur. Ne bir misket oynamışlığı, sokak kavgasına karışmışlığı, ne de kız muhabbetine katılmışlığı vardır. Öyle steril bir hayat yaşamakta ve yaşatılmaktadır ki, bir gün çocukluğu tutar, okul önündeki seyyar köftecinin köftelerinin çok güzel koktuğunu söyler evde. Ama yememiştir. Bir hafta sonra, o köftelerden alıp yiyebileceği söylenir. Sonradan öğrenecektir ki, köfteler evde yapılmış ve köfteciye verilmiş!

Beden dersinden bile raporludur. Bir ara izcilik koluna girmeye karar verir ama sadece giysilerini beğendiği için. Bakar ki sportif ve doğada olmak gerekiyor, vazgeçer. Ama o kampta izciliğin kurucusu İngiliz Baden Powell’in hayatıyla ilgili bir konferans vermeyi ihmal etmez. Mahallesindeki çocuklar akşam olup oyunun bitmesinin verdiği hüzünle gürültülü bir şekilde evlerine dönerken, o evinin balkonunda kitap okumaktadır hep. 15 yaşındayken, herkesin denizde geçirdiği yazı, o Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü okuyarak geçirir. Arkadaşları büyüdükçe büyüyen boya kutularıyla her yıl başka bir heyecan yaşarken, o daha ilkokulda en büyük kutu onunki olduğu için hiç hissetmez bu duyguları. İstediği kitaplar, kalemler, plaklar hep yurtdışından getirtilir.

Öyle pek akraba ziyaretlerine de götürülmez. Çünkü sıkılır, sıkıldığında da pencereden aşağı dolu çay tepsisini atmaktan antika vazoyu kırmaya kadar pek çok zarar verebilir. Şimdi olduğu gibi, sıkıldığı anda toplantıyı terk ettiği, istemeden bir yere götürüldüyse yanındaki insanlara "eziyet" ettiği gibi...

Kısacası çocukken ne kadar büyükse, büyükken de o kadar çocuk kalmayı başaran ender bir kişiliktir. Büyüdükçe hayatında değişen tek şey, genişleyen kütüphanesi ve müzik arşivi olur sadece. Çok büyüdüğünde de dünyaya çocuk gözünden bakmayı sürdürecektir; küçük patavatsızlıklar yapmak, nezaket göstereyim derken pot kırmak, sevmediği yemeği hatır için yememek, nefret ettiği müziği kapattırmak, gibi...

Cemal Süreya’ya göre, hep ilkokul duyarlılığı içinde kalır, müsamereci yanını diri tutar. "Papyonunda 23 Nisan’a, pantolon askısında Lale Devri’ne sağlam göndermeler" olur.

Çocuk ve gençken onun için en fazla "dışarısı", karşı evin bahçesidir. Komşularının çocukları Kıvanç ve Konur Ertop da onun gibi, kitaba, müziğe meraklıdır. Bir yandan edebiyat tartışırlar, bir yandan da Ali Tanyeri, Konur Ertop, Uğur Akbulut, Alpay Sunar ve kendisinden oluşan bir Türk müziği grubu oluşturur, komşulara konser verirler. O ut çalar, babası kemençe. Hayatındaki kadınlar ut çaldığı için bebekliğinden itibaren haşır neşirdir Klasik Türk Müziği’yle.

EVDE YANGIN ÇIKTI O HAYDN DİNLEMEYE GİTTİ

Pertevniyal Lisesi’ne başladığında, hiç çalışkan bir öğrenci değildir, hayatında fizik, kimya, matematik filan öğrenememiştir. Hatta tarih ve coğrafya da... Ev ödevlerini annesi yapar.

Ancak okullararası edebiyat münazaralarında, ünlü edebiyatçılarla ilgili törenlerde hep vardır. Annesinin ödevlerini yaptığı saatlerde edebiyat matinelerine gider. Oralarda tanışmaya başlar dönemin ünlü edebiyatçılarıyla, oralarda öğrenir onları idare etmeyi, "onlardan öğrenme yasalarını" geliştirmeyi, topluluğa karşı konuşmayı...

Liseden sonra Hukuk Fakültesi’ne ve Gazetecilik Enstitüsü’ne girer ancak bitirmeden yayın dünyasına dalacağı için bırakır. Çocukluğundan kalma -ve halen devam eden- alışkanlıkları üniversite yıllarında da geçerlidir. Mesela, Laleli’de oturdukları evde yangın çıkar bir gün. Ama Budapeşte Quartet’in Şan Sineması’ndaki konserine de az kalmıştır, Haydn dinleyecektir. Annesine, "Ne yapayım?" diye sorar. O da "Sen konsere git" der. Gider.

Laleli’deki yaşıt komşuları da ona "uzaydan gelen meczup" muamelesi yapmaktadır elbette. Her akşam elinde kitaplar, plaklarla geçerken, "İyi akşamlar efendim, yine okumadan geliyorsunuz, yine konsere gidiyorsunuz" gibi ufak ufak laf atarlar. Bir gün durur. "Şimdi" der, "ben soracağım size. Ne okuyorsunuz, ne dinliyorsunuz?" Onlar şaşkınlıkla bakarken, ikinci darbeyi indirir: "Üç gün sonra buradan geçtiğimde şu tiyatroya gidip, şu kitabı okumuş olacaksınız, soracağım!" Umudu yoktur ama üç gün sonra geldiğinde hepsi o tiyatroya gitmiş, o kitapları okumuştur. Biri sonradan gazeteci olacak Tevfik Yener, diğeri edebiyat öğretmeni Muzaffer Zorlu’dur.

Yani derler ki, Doğan Hızlan "paşa sendromu"ndan mustariptir. Hem istediği gibi yaşar, hem de etrafındakilerin istediği gibi yaşamasını bekler. Bu biraz hayatındaki kadınların ona yaklaşımındansa, biraz da babasından devraldığı genlerdendir.

Bir "mirasyedi" olan babası, terbiyeli, nazik, müziği seven, bir o kadar da keyfine düşkün bir adamdır. Bir gün aldığı ama başkasına şoförlük yaptırdığı arabasının lastiği patlar. Şoförlüğünü yapan arkadaşı lastiği değiştirirken, Sadullah Bey şöyle der: "Yahu, 200 metre daha gitseydin keşke, orada bir kır kahvehanesi vardı, sen lastiği değiştirirken ben de orada otururdum." Bu Sadullah Bey kadar, Doğan Hızlan’dır da...

EZİYET ETMİYOR ESTETİK ZORLAMA YAPIYOR

Bir dostuna göre soğan gibidir; tat ve vitamin yönünden çok iyidir ama yiyenin gözlerini yaşartır! Zor beğenen, kolay sevmeyen, severse hemen kendine niye sevdiğini sorup kusur arayan, samimiyetiyle birlikte mesafesini de koyan biridir Hızlan.

Lorddur, senyordur, tören adamıdır. Cemal Süreya anlatır: "Saat beş sularında, Hürriyet’ten (Cağaloğlu) çıkar, yürüye yürüye Sirkeci’ye iner, Konyalı’dan 250 gram kurabiye alır, sonra geri döner. Tam Vilayet’in önüne geldiğinde bir taksi çevirir (150 metre). Gazeteye arabayla döner. Lordun küçük yürüyüşü."

Kalabalığa muhatap olmak istemez. Bunu kendisine verilmiş bir ceza olarak görür. Her çalıştığı yerde kendi yaşama biçimini sürdürür. Cumhuriyet Gazetesi’nin güç ekonomik koşullarında bile, genel yayın yönetmeni minibüsle evine giderken, o gazetenin otomobiline biner. Diyelim seyahate gitti, oteldeki müziğe karışır, yemekte ne var diye sorar, çalışma odası arar. Kimsenin ona "ağabey" dememiş olması, hep "bey" diye hitap etmesi boşuna mıdır?

Kapalı bir ortamda büyümesine rağmen, içe kapalı değildir. Tersine. "Böyle büyüyünce ya çok arsız olursun ya da sümsük", o biraz arsız olmuş, bu da onda garip bir küstahlığa yol açmıştır. Arkadaş ya da aile çevresinde seçimleri hep o yapar. Gündemi tayin edemediği yerde işi olmaz. Etrafındakilere açıkça "eziyet" ettiği sık sık söylenir. O, "Sevdiğimi, ister yemek olsun, ister kurabiye, edebiyat eseri ya da müzik türü, o kadar çok severim ki, mutlaka başkalarının da sevmesini isterim. Eziyet demeyelim buna, estetik zorlama daha uygun" diye açıklar ama etrafındakiler üzerinde öyle bir baskı kurar ki, kimse "Mozart sevmiyorum" diyemez yanında. Çünkü o önceden bunu büyük bir suç, büyük bir günah gibi anlatmıştır.

Geç saatte, bir etkinlikten çıktıklarında arkadaşlarına nereye gidelim diye sorar. Onlar da başlarına bela almamak için onun hep gittiği lokantayı söylerler. Böylece demokratik bir seçim yapılır; onların önerisiyle kendi lokantasına gidilir. Bazen de bazı yemeklere gitmesi engellendiğinde düşünür, "Acaba rahatsız olmayayım diye mi, yoksa rahatsız etmeyeyim diye mi?"

Küçüklüğünden bu yana konuştuğu, konferans verdiği için, dinleme yeteneğini kaybetmiştir. Yani dinlerken sıkılır. Başkalarının yapmasını istemediklerini kendisi yapar, başkalarında zaaf saydığı şeyleri kendinde üstün bir nitelik olarak görebilir. Yani yine Cemal Süreya’ya göre, kendi kurduğu gettoda, daha sinirli, daha sevecen, daha haklı, daha haksız, daha gerçekçi, daha gerçek dışı, özetle daha Doğan Hızlan’dır.

ATLATMA HAZZI

Doğan Hızlan, insanların hayatlarını birbirini aldatmak üzerine kurduğunu düşünüyor. Kendi de yalanlar söylüyor ve bu hoşuna gidiyor. Bu bir sahtekarlık değil ona göre, "oyunun içinde bir tirad." Cemal Süreya da katılıyor ki bu görüşüne, 1988’de kaleme aldığı yazısında şöyle diyor: "Babıali’de benzersiz ve çok renkli bir tip yarattı. Gerçekten benzeri yok. Editör ve eleştirmen olarak hiçbir zaman büyük yanlışa düşmez ama adam atlatma sanatında Bizans’tan bu yana ondan büyüğü gelmemiştir. İki türlü atlatır. Atlatmak zorunda kalmıştır bir; atlatmaktan artık haz da duymaya başlamıştır iki..." Bu arada sevdiğini aldattığı da olmuş ama farklı koşullarda mecburen yapılan bir şey bu. Ancak karşıdaki yaparsa, tek kelimeyle "ihanet!"

Benim roman yazmam sakıncalı bunca yıl eleştir, fetva ver, sonra en kötü örnekleri yaz!

50 yıldır edebiyat dünyası içinde olan Doğan Hızlan’ın, Yazılı İlişkiler’den Sanat Günah Çıkarıyor’a, Ne Kadar Mozart O Kadar Süt’ten Şiir Çilingiri’ne, Kitaplar Kitabı serisine kadar 20’ye yakın kitabı var. Ancak kendisi hiç kitap yazmadı. Yani kitapların kitaplarını yazdı, romanların, şiirlerin eleştirilerini yapıp yazanlara ve okuyanlara çok güzel kılavuzluk etti, bunları kitaplarda topladı ama kendi bir romana ya da şiir kitabına imza atmadı. Bunu da şöyle açıklıyor: "Böyle bir istek duymadım. Roman, öykü, şiir yazmam sakıncalı, bunca yıl onu bunu eleştir, yumuşak da olsa fetvalar ver, sonra en kötü örnekleri yaz!"

Hayatının senaristi ve başrol oyuncusu kendisi

Onunla nehir söyleşiyi gerçekleştiren yazar Kürşat Başar’a biraz Jacques Tati’nin Mon Oncle (Amcam) filmindeki amcayı, biraz Türk sinemasındaki Vahi Öz karakterlerini, biraz da Rus yazar Gonçarov’un, ataleti bilinçli bir şekilde yaşayıp savunan ünlü kahramanı Oblomov’u hatırlatır. Kısacası, sanki gerçek değil de roman kişisi gibidir. Başar’ın bu tespitini şöyle tamamlar Hızlan: "Söyleyemedin sen, ben söyleyeyim, biraz meczup biri diyorsun." Sonra da doğruyu anlatır: Bizde meczup kötü manada kullanılır, halbuki "cezbeye tutulmuş adam" demektir. Gerçi toplum her yerde meczuplara karşı bir sempati duyduğu için böyle anılmaya da itirazı yoktur. Annesinin ona "Sen hayatın gerçeklerinden uzaksın" demesine karşın Hızlan hep şöyle düşünmüştür: Hayatın gerçeği nedir? Kimse kimseye senin hayatının gerçeği şudur diyebilir mi? Kendine göre bir gerçekler listesi yapmış olan toplum, bunlara uyuyorsan sana gerçekçi, uymuyorsan gerçeklerden uzak diyebilir mi?

Kitap fuarları dışında seyahate çıktığı çok enderdir, Frankfurt’a otuz yıldır gider, plakçıyı, kitapçıyı, en iyi lokantayı, oteli bilir, başka bir yerini de hiç merak etmemiştir. Hayatında bir deniz kenarına tatile gitmemiş, spor yapmamış, bir halay çekmemiş, "bu gece de dağıtayım" dememiştir. Hatta aşklarını bile "Eve gidip kitap okumam lazım"lara kurban ettiği çoktur.

Kürşat Başar, gezilerini de ünlü cazcı Miles Davis’in Londra gezisine benzetir: Davis hayatında ilk kez konser vermek için Londra’ya gittiğinde otel odasına kapanmış. Rehber gelip, "Londra’yı gezmek istemez misiniz?" diye sorunca, Londra’yı bildiğini söylemiş. "Ama ilk kez geliyorsunuz" demiş rehber. Davis, "Evet ama okudum, oradan biliyorum, çıkmama gerek yok..." diye cevaplamış.

Hızlan da denize bakmayı sevmez ama deniz resimlerini sever. Zaman zaman da düşünür, "Sanal bir álem mi yaşadığım, yoksa şizoid izdüşümler var mı?" Hemen Charlie Chaplin’in anılarından bir alıntı düşüverir aklına: Chaplin, Gertrude Stein’e, "Bak çimler ne güzel" der. Stein de şöyle cevaplar: "Ben Turner’ın resimlerindeki yeşili daha çok severim."

Bu cümleyi o da söylemek ister.

Hayatı daha çok kitaplardan yaşadığı, çok şeyi pratiğe dökmediği için mi acaba, renkli, onun deyimiyle "cevelanlı" hayatları daha zevkle okur? Onlar gibi olmak istemez, yanlış anlaşılmasın. Ama sever. Sanki bütün hayatını bir piyes haline getirmiş, oynamaktadır. Kendisine sunulan metinlerde her zaman değişiklik yaparak... Bu kitapta anlattıkları için de aynı şey geçerlidir. Bir yandan kendini anlatırken, bir yandan da "kendini saklama hakkı"nı kullanmıştır. Üstelik hayatını bugün başka, yarın başka türlü anlatabilir! Çünkü hayatını bugün başka, yarın başka türlü görebilir. Zaten böyle olmasa, "ne tatsız, ne sıradan şeyler yaşamışım" der insan. Bir de uyarır: "Ben hayatı kitaplar üzerinden algılıyorum. Bu yüzden bu kitap da yanıltıcı olabilir dikkat! Biraz kurgusal olabilir, hayatım gibi."

EGOSANTRİK ADAMIN EVLENMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ

Kürşat Başar, söyleşisinde Hızlan’a neden hiç evlenmediğini de sorar. Cevap çok nettir: "Tabii ki ferdi dünyası içine kapanıp kalmış, egosantrik bir adamın evlenmesi düşünülmez ve tavsiye de edilmemeli. Çünkü kendinizden başkasını düşünmeye alışmamışsınız ve aksine insanların sizi düşünmesi gerektiğine alışmış ve buna inanmışsınız, kadın, çocuklar ve diğer akrabalar işi çetrefilleştirir. Hayat müşterektir evlilik söz konusu olunca. Ancak benim için müstakil bir hayat vardır!" Bu arada, bağlanmayı sever aslında, ama karşısındakinin ona bağlanması şartıyla! Delice aşklar mı? Hayır. "Delirmeden, akıllıca bir aşk yaşasak daha iyi olmaz mı? O da beni bir çılgınlığa sürüklemesin ben de onu."

Şehvete gelince, sadece cinsellik anlamında değil, her şeye karşı duyduğu bir şeydir o; zeytinyağı çeşitlerine, peynire, biz ekleyelim, renkli kalemlere... Zeytinyağına şehveti olan insanın cinsellikte de şehveti olduğunu düşünür. Bir insanın sadece eline bakmayı, onun sadece gözünü veya boynunu incelemeyi sever. İnsanın hayvani olmayan birtakım fantezilerine göre yargılanmasına karşıdır. İnsanların özgürlük ve avlak alanları vardır ona göre. Bu aşırılıklar olmasa edebiyatın büyük bir bölümü olmaz ki...
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!