Çelimsiz diva Yıldız Tilbe

Güncelleme Tarihi:

Çelimsiz diva Yıldız Tilbe
Oluşturulma Tarihi: Haziran 07, 2003 23:59

Yıldız Tilbe. Onu neredeyse 10 yıldır tanıyoruz. Şarkılarına kulak vermekten çok özel hayatını didikledik. Tüm inişlerine, çıkışlarına, en şahane hallerinden en zayıf anlarına, her şeyine tanık edildik. Ama o hayatının her aşamasında, güçlü şarkılarını yazmaya, güçlü sesiyle söylemeye devam etti.

Her türlü dışlamaya, burun kıvırmaya rağmen kendine benzemekten vazgeçmedi. Sadece görüntüyle ilgilenenler, şarkılarındaki ideal sevgiyi, ağır aşk sorgularını, röportajlarındaki filozofik tavrı atladı tabii. Olsun. O, en çelimsiz hali ve her daim güçlü sesiyle, kendinin ve şarkılarının arkasında durmaya devam ediyor. Son albümü ‘‘Yürü Anca Gidersin’’i böyle yaptı. Müziğini seversiniz, sevmezsiniz, önemli olan arkasındaki ruh. Bu albüm de kendisi gibi oldu diğerlerine benzemedi.

16 Temmuz 1966. İzmir'in kenar mahallesi Gültepe'de, altı kardeşin en küçüğü olarak dünyaya gelir. İlk erkekten sonraki beşinci kızdır. Tekel fabrikasında çuval indirip kaldıran mevsimlik işçi babası Ağrılı bir Kürt; küçük bir bakkal dükkanı işleten annesi ise Tuncelili bir Zaza'dır. Aile içinde çağrıldığı adıyla Yadigar, şimdiki gibidir çocukken de; kara-kuru, çelimsiz, ama gür sesli. Oturdukları bölgede elektrik olmadığından, evler idare lambasıyla aydınlandığından, hava karardığında zifiri karanlık olur oyun oynadığı upuzun sokak. Eve bağıra bağıra şarkı söyleyerek döner ki, annesi anlasın korktuğunu, çıkıp alsın. Sokaktaki yakantoplarda en çok onun canı yanar. Yenilenler topu vargüçleriyle fırlattığı, onun bedeni de bunu kaldıramadığı için. Hayatında hep olacaktır bu; sesinin gücü çelimsiz bedenine fazla geldiği için kimi şarkıları duvara yaslanıp söyleyecek, fırlatılan toplar canını yakacaktır.

O kadar şarkı yazıyorum ama hayatımı yazmak istemem. Çünkü bu hayatı yaşarken yoruldum. Hayat yoruyor insanı anacım. Bir de yazarken yorulamam. Hayat yordu beni/ Yıllar yordu beni/ Yollar yordu beni...

Küçükken, büyüyünce ne olacağı hiç geçmez aklından. O zamanlar hayat onun için fuara gitmek, lunaparkta balerine binmektir. Ama o da şarkı söylemeye çok küçük yaşlarında evde, sonra düğünlerde başlamıştır. Sadece annesinin topuklu ayakkabılarını, süslü giysilerini giyip ayna karşısına geçmez. Annesinin ne topuklu ayakkabısı, ne süslü giysileri olmuştur çünkü. Banyosu olmayan bir evde büyüdüklerinden, banyolarını kışın bile bahçede ateş üstüne konan bir kazandan su alarak yaparlar.

Bir yandan kar yağar, biz dondum dondum diye bağırırdık. Annem sıcak su döker, ısınırdık. Çok eğlenceliydi. Komşulardan birinin çocuğu annesine ‘‘Ne yaptım da beni yıkıyorsun?’’ derdi. Ben öyle değildim, severdim suyu.

BEŞ KARDEŞE BİR BLUE JEAN

Sadece ilkokulu bitirir. Ders çalışmakla pek arası yoktur ya, birkaç kendini bilmez öğretmene de denk gelip, ‘‘haksız yere’’ dayak yiyince, orta birden terk olur. İlk işi bir dikiş atölyesinde kumaşların kenarındaki iplikleri temizlemektir. Tezgahtarlık yapar, kuru incir paketler, telefonlara bakar. Çocuk baktığı evde, yüklük, bavullar, ayakkabılar gibi ıvır zıvırın konduğu karanlık odada kalırken, geceleri alçak sesle söyler şarkılarını. İlk aşkını, her akşam kız arkadaşlarıyla duvarda oturup çekirdek çitlerken yoldan geçen, adını bile bilmediği çocuğa duyar. Ne yakışıklıdır yarabbim! Aşkın yolunu bilmez ki daha, gidip bir şey söylesin. Beş kızkardeş hep birlikte para biriktirip bir kot pantolon alır, sırayla giyerler. Ona biraz bol gelir ama olsun. Bir de mini eteğe bayılır. Ancak babası Ali Bey asla izin vermez.

İşe giderken üstüne uzun bir etek giyiyordum. Gözüme kestirdiğim bir kuytuda çıkarıp, akşam işten gelirken aynı yerde giyiyordum yine. Ama bir gün tam o noktada ve daha uzun eteği giymemişken babamla karşılaştım. Ne mi oldu? Ben önde babam arkada doğru eve...

Altı çocuklu bir ailenin en küçüğü olmak en büyük baskıdır belki de. Küçükler hem şımartıldığı, hem de ‘‘büyüklerin kaldıramadığı baskıya’’ maruz kaldığı için. Pek çok Türk kızı gibi kurtuluşu 18'ine 12 gün kala sevdiği çocuğa kaçmakta bulur. Tanıştıktan 15 gün sonra nikah masasına oturur. Altı yıl süren evliliğinden olan kızına, Sezen Aksu hayranlığından dolayı Sezen adını verir. Yıllar sonra, nedendir bilinmez Sezen Aksu'nun korumaları tarafından dövüldüğü için kızının adını Burcu olarak değiştirdiği yazılacaktır gazetelerde, ama Sezen Aksu henüz girmemiştir hayatına. Az kalmıştır.

Sesim güzeldi biliyor musun? Bir arkadaşımla Pırlanta Gece Kulübü'nün önünden geçerken, kız dedim, buradakiler ne kazanıyor acaba? O zaman pazarlamacılık yapıyorum. Dedi ki, senin bir ayda kazandığını bir gecede kazanıyorlar! Gel bir girelim, ben burada çalışacağım, dedim. Olurdu, olmazdı, girdik. Cengiz Özşeker abi vardı içerde, sazlar prova yapıyordu. Benim sesim güzel, çalışmak istiyorum deyince, söyle bakayım bir tane dedi. Ayaz Geceler'i söyledim. Bir tane daha istedi, sonra da kocandan izin al, yarın başla dedi.

Artık adı Gülen Yıldız'dır. Giderek bir gecede altı yedi yerde birden söyler; dokuzda evden çıkar, ordan oraya, sabah döner. Bir yıl sonra Sezen Aksu çalıştığı yerdedir, ama ne yazık ki onun sırası geçmişken. Kenardan gözünü ayırmadan seyrettiği Aksu'yu tuvalete giderken yakalar, patrona yalvar yakar sahneye bir kez daha çıkar. Kısa bir süre sonra, Aksu'nun evinde misafir, Uğur Yücel'le yaptığı şovda vokalisttir. Dokuz ay sürer vokalistliği. Sonra yollar ayrılır birden, nedeni bir esrar perdesine bürünür. Yapılan spekülasyonlar arasında Uzay Heparı ile olan yakınlaşması da geçer ama o aynı kendisi gibi şöyle açıklar bunu: ‘‘O benim arkadaşımdı. Öyle de öldü. Bize ne olduğunu biz de anlamamıştık ki, öylesine saf, ilkokul çocukları gibi, ne yapacağımızı bilmeden sevdik birbirimizi.’’

Ben önce kendi evimden taştım. Bir tahta parçası ya suyla akar ya bir yere takılır. Sezen Aksu'nun evi uğradığım bir yerdi. Hayat bu.

KURALLARI YOK, DUYGULARI VAR

İstanbul gecelerinde birkaç yıl tek başına çalıştıktan sonra 1994'te kendi sözleri ve bestelerinden oluşan Delikanlım'la patlar. Sonraki albümlerinde de kendi şarkıları olacaktır hep; yüzyıllardır doğru düzgün tarif edilememiş aşkın her türlü tarifini yapabildiği, sevmenin en güzelini becerebildiği, aynı zamanda ince ve sıkı bir şekilde sorguladığı şarkılar. Röportajları ise, yaşadığı hayattan umulmayacak felsefi özetlerden ibarettir. Hiç kimselere benzemez. Sesi de, giysileri de, hali tavrı da, dans edişi de. Bir davete bir ayağında mavi, bir ayağında kırmızı çorapları, elinde çekirdek paketiyle katılır. Gecelerin rüküşüdür. Pek yalnız görünür bu haliyle, biraz kara ördek gibi. Ama niye herkese benzemelidir ki?

Rakip olarak karşıma yine beni çıkardılar. Ama insan hissettiği şeyden vazgeçemez ve ambalajlanamaz. Ben sadece şarkı yaptım, ambalajlanmadım. Hiçbir zaman şu beni sevsin, şöyle yapayım da sevimli olayım, demedim. Böyle şeyler şişirir davul eder beni. Bazen kendimi çirkin hissettiğimde, sorarım güzel miyim diye. Olur öyle enfeksiyonlu zamanlarım. Yoksa güzelim, bazen çirkin. Ama çirkinliğimle de güzelim. Göğüslerim küçük, burnum yamuk, boyum kısa, ağzım bazen çarpık ama kendimi seviyorum. Allah beni nasıl yarattıysa öyle kalmak istiyorum.

Ve nedense en kötü şeyler hep onun başına gelir: Uyuşturucu nedeniyle yakalandığında, kıstırılıp dövüldüğünde, sarhoş olup sızdığında ya da olay çıkardığında, adam öldürmeye sebebiyet vermekten yargılanırken, kaybolmuş bakışlarla bakarken hep üstüne gelinir. Gelindikçe özür diler, ‘‘Sen de haklısın’’ der. O güçlü şarkıları yazan kadın, hayatının geri kalanını bir mazlum gibi yaşar. Bunu da umursamaz; hayata bağrını açmış, ‘‘Gelin, o da gelsin, ne gelirse gelsin’’ der gibidir. Gelir de. Ama bilir ki, bugün bana, yarın ona, ‘‘kimsenin yeri sağlam değil.’’ DGM önünde, polislerin arasında, mikrofonlara konuşmak yerine bağırarak Delikanlım'ı söyler.

Yaptığım her şeyi hak ettim. Eğer olumsuzluk benden kaynaklanmasaydı, büyüyerek bana geri dönmezdi. Kurallarım yok, duygularım var. Kaybeden de benim, kazanan da. Bir kayıp varsa benden giden, bunu kazanan yine benim. Kayıplarım benim kazançlarım. Kaybettiklerim de bende hálá. Ben mazlumum, doğru söylüyorsun. Başıma gelenler; görün diye Allah benim başıma veriyor.

Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses dinleyerek büyümüştür. Şarkılarında hep onlardan etkilenme vardır. Bir ara türkü albümü de yapar ama kimse ilgilenmez. Özel yaşamı akbaba usulü tüketime daha müsaittir çünkü. Bir ara ‘‘kaybeden’’dir, ‘‘Beyoğlu pavyonlarında söylüyor’’ diye yazılır. ‘‘Oh, canıma değsin. Bizi oluşturan insanlar oradaki müşteriler. Cebinde parası olan 3 bin 500 kişi değil’’ der, çıkar.

PLATONİK AŞKLARIN KADINI

Ben tek şarkıya sığacak kadın değilim. Bütün şarkılarımı topladığında beni bulursun. Onda da yüzde 1'imi. Anlattıklarımla sınırlı değilim ki. Bir de anlatamadıklarım var. Boşver, kimse kimseyi tam anlamıyor zaten.

Peki o şarkılardaki aşklar gerçekte yaşanır mı?

İlla yaşanması gerekmez. Mesleğim bu, yaşamasam da yazmam gerek. Hayallerimdeki aşkı anlatıyorum. Ama benim hayallerim başkalarının gerçeği.

Ama orada kavga, ayrılık, ihanet de var, onlar da mı hayal edilir?

Ama bunlar gerçek. Her kadın yaşıyor. Bazı kadınlar sekiz on adamda, bazıları tek adamda. Bunlar benim yaşadıklarım. Platonik olsa da.

O zaman sahici oluyor mu?

Tabii, tam istediğim gibi. Bakıyorum, anlaşabilir miyim diye. O ayrı telden çalıyorsa, boşver başlamasın, kendim yaşayayım diyorum. ABS gibi. ABS duramayacağın noktada devreye girer ve durdurur, kaza yapmanı önler.

Bu bir çeşit, aşkı yaşamaktan korkmak değil mi?

Korku değil, tersine yaşamaktan vazgeçmek, cesaretin ağababası. Aşk sonsuz barıştır, ben onu bekliyorum, bütün söylediklerimi bulacağım tek bir erkek.

Var mı öyle biri?

Bekliyorum. Var. Vardır. Yoksa da o kadar önemli değil.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!