OluÅŸturulma Tarihi: Ocak 30, 2005 00:00
Sayıları giderek artan kanıtlar, anılara hiç de güven olmadığını, yaşamı altüst eden olayların bilinçaltında yıllarca gömülü kalıp ansızın su yüzüne çıkamayacaklarını ortaya koyuyor.Madeni bir masanın üzerine çırılçıplak uzanmışsınız. Bacaklarınız kayışlarla masaya sımsıkı tutturulmuş. Kurbağayı andıran koca koca gözleriyle karanlıkta dolanan garip, parlak yaratıklar görüyorsunuz. Bedeninizi kemirmeye başlayan bu yaratıkların yüreğinizi didik didik etmesinden korkuyorsunuz.... Yukarıdaki betimleme, ABD’de ünlü Harvard Üniversitesi’nin, "dünya dışı yabancı yaratıklar tarafından kaçırıldıklarını" öne süren kişiler üzerinde yaptığı ve "Psychological Science" dergisinde yayımlanan bir araştırmadan alındı. Söz konusu alıntı şöyle elde edildi: "Kaçırılan" bir kişiyle yapılan söyleşi kaydedildi; travma sonrası stres belirtileri saptanırken kendisine yeniden dinletildi. Deneğin başından geçen öyküyü yeniden dinlemesi, savaş gazilerinde görülen türde fizyolojik tepkilere neden oldu. Araştırmaya katılan öteki dokuz denekte de benzer belirtilere tanık olundu.Harvard gibi köklü bir üniversitede dünyadışı yaratıklar tarafından kaçırılma olaylarının ciddiye alınması ilk bakışta insana pek de inandırıcı gelmeyebilir. Ne var ki, Harvard ruhbilimcilerinden Richard McNally ve arkadaşları, altı yıldır, görünürde aklı başında olup, uzun zamandır bastırılmış anıları olduğuna inanan kişiler üzerinde çalışıyor.Anı "üretme"Araştırmada insanların, farkında olmadan kendilerinde travma sonrası stres bozukluğu belirtileri yaratabilecek denli güçlü anılar üretip üretemeyecekleri konusu aydınlatılmaya çalışılıyor. Ruhbilimci McNally, insanların böylesi bir yeteneğe sahip olduklarına ve sıklıkla bu tür güçlü anılar ürettiklerine inanıyor. Gerçekle hiç bir ilgisi olmayan bu anılar, kendilerine özgü bir yaşamsal boyut kazanarak yasal, siyasal ve toplumsal açıdan çok ciddi sonuçlar yaratabiliyor. Jüriler davacının su yüzüne çıkan anılarını inandırıcı bulacak olsalar, cezaevleri tutuklularla dolup taşardı. Yaklaşık on yıl önce, sonradan gün yüzüne çıkan anılara dayalı cinsel tacizle ilgili bir dizi dava, yığınla ailenin dağılmasına neden oldu. Mahkeme salonlarında yaşanan dehşet verici olaylar da, zamanla uyanan anılarla ilgili yeni bir terapi dalının ortaya çıkmasına yol açtı. Şimdilerde din adamlarını çocuklara cinsel tacizde bulunmakla suçlayan yeni bir dizi dava gündemde. Yalnızca Boston’da bu tür beş yüzü aşkın dava var. McNally bu davaların birçoğunun "sözde anımsanan anılara" dayandığını belirtiyor. Araştırmalar, gerçek olmayanlar da dahil, tüm anıların deneyimlerin yalnızca yansımaları olmadıklarını, anının deneyimin ta kendisi olduğunu ortaya koyuyor. Beyin nasıl üretiyorAraştırmacı, anıların beyinden akıp giden nöro-hormonal bir olgu olduğuna, güçlü duygular eşliğinde bir sinir bağlantısına (sinapsis) dönüştüğüne dikkat çekiyor ve insan beyninin bunu nasıl ve neden yaptığını merak ediyor. Bu soruya henüz kesin bir yanıt getirilemese de, elde güçlü ipuçları var. Gelişmiş sinir görüntüleme yöntemleri sayesinde araştırmacılar, belleğin esnekliğinin insan zekasının düş gücü, çıkarsama ve kestirimde bulunma gibi en üstün nitelikleriyle ilintili olduğunu ortaya çıkarttılar. Aynı nitelikler insanın yeryüzüne egemen tür olmasında da rol oynadığından, belleğin yanlışlardan etkilenmesi her zaman için mümkün. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında ünlü ruhbilimci Freud, üzüntü veren duygusal olayların örtbas edilmesini sağlayan, savunmaya yönelik ruhsal bir düzenek olan bastırma kavramını gündeme getirmişti. O gün bugündür araştırmacılar, belleğin yapısının aydınlığa kavuşturulması konusunda kafa yoruyor. Freud’un tezine bir kanıt yok henüz: Yani, yaşamı darmadağın eden olayların, gerçekten de yıllarca belleğe gömülüp ardından bir anda su yüzüne çıktıkları kesin değil. Ancak, tam da böylesi bir deneyimden geçtiklerini öne sürenlerin anlattıkları son derece inandırıcı geliyor. Tümden yanlışBu kişilerin verdikleri duyusal ayrıntılar genellikle çarpıcı bir açıklık sergiliyor. Ve bu anılar yaşamı sonsuza dek değiştirmeye yetecek denli güçlü oluyorlar. Araştırmaya katılan deneklerden biri olan Will Beuche, "Yaşamla ilgili tüm görüşleriniz yerle bir oluyor. Yürekten inandığınız kimi şeylerin tümden yanlış olduğu, kişiliğinizden arınıp kıyıya vurmuşsunuz gibi bir duyguya kapılıyorsunuz," diyor. McNally ve Susan Clancy 1999’da bu tür anılara açıklık getirmeye çalışan bir dizi çalışmanın ilkini yayımladı. Ruhbilimcilerin anıların canlanmasıyla ilgili olarak meslektaşları tarafından kabul görecek saygın, etik ve yankı uyandırabilecek türde laboratuvar çalışmalarına imza atmaları hiç de kolay olmadı. Eleştirmenler bu tür araştırmaların büyük bir bölümünün gerçek yaşamdaki travmaların bastırılması konusunda herhangi bir şey söylemediği gerekçesiyle sürekli burun kıvırdı. Söz gelimi, araştırmacı Loftus, 70’lerden beri sürdürdüğü laboratuvar çalışmalarında bireylerin belleklerine gerçek olmayan anılar yerleştirmeyi başardı. İnsanları yanlışa inandırmakÖrneğin, denekler çocukluklarında büyük bir alışveriş merkezinde kaybolduklarına, ya da Disneyland’de Bugs Bunny’yi kucakladıklarına inandırılıldı. Oysa, Bugs Bunny, bir Disney karakteri değildi. Loftus, belleğe kazınan anıların davranışı da etkileyebileceğini ortaya koydu. Bir araştırmada Loftus ve arkadaşları denekleri katı yumurta ya da turşudan hastalandıklarına inandırmayı da başardılar. Ne var ki, normal ve sağlıklı insanların belleklerine zararsız anıların kazınmasıyla travma kurbanlarının yaşadıkları deneyimler arasında bir bağlantı olmayabilir. Durum böyle olunca, Clancy, McNally ve Harvard’lı meslektaşı Daniel Schacter, cinsel taciz konusunda anılarının yeniden canlandığını öne süren kadınlarla ilgili bir araştırma başlattı. Bu kadınların gerçekle asılsız anılar yaratmaya eğilimli olup olmadıklarını merak eden Clancy ve ekibi, çalışmalarının birinde dört farklı grup kadını birtakım deneylerden geçirdi: cinsel tacize uğrayıp bu olayı hiç bir zaman unutmayanlar, cinsel tacize uğradıklarına inanan, ama bu konuda hiç bir şey anımsamayanlar, cinsel taciz anıları yeniden canlananlar, ve asla cinsel tacize uğramadıklarından emin olan denetim grubu. İlginç bulgularDeneklerin her birine standart bir sözcük-bulma sınavı uygulandı. Deneklere anlamsal açısından birbirleriyle ilintili sözcüklerden oluşan (dinlenmek, düş görmek, şekerleme yapmak, yorgun) bir liste gösteriliyor, ikinci kez gösterildiğinde listeye anlam açısından ötekilere benzer yeni bir sözcük (uyumak) eklenmiş oluyordu. Deney sonucunda cinsel taciz anıları yeniden canlananların %68’i ilk listede olmayan sözcüğü gördüklerini anımsarken, kontrol grubunda bu oranın yalnızca %38 olduğu görüldü. Asılsız anımsama konusunda anıları yeniden canlananların puanı, öteki üç gruptan çok daha yüksekti. Bu da, anıları anımsayan ve onları gözlerinde yeniden canlandırabilenlerde aldatıcı bellek oluşumunun daha yüksek bir eğilim olduğu anlamına geliyordu. Travma terapistleri bu sonuç karşısında öfkeye kapılmışlardı. Bunlar travmanın çok şiddetli olduğunu ve bu yüzden uzun bir süre belleğin derinliklerine gömülmüş olabileceğini, ancak kişinin belleğinde şimdi laboratuvar deneylerine yansıyan birtakım bozukluklara yol açtığını savunuyorlardı. Beni uzaylılar kaçırdı!Bunun üzerine McNally ile Clancy araştırmalarının ikinci aşamasında, uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını öne süren deneklerden yararlandı. Deneyde 11 denekten yedisi hipnoz durumunda sperm ya da yumurtalarının üreme amaçlı alındığını öne sürüyorlardı. McNally ve Clancy bu deneklerde laboratuvar deneylerini etkileyecek herhangi bir travma sonrası stres bozukluğundan söz edilemeyeceğinden yola çıkarak, bunların kusursuz bir araştırma grubu oluşturacağına inanıyorlardı. Deneklerin aynı sözcük bulma sınavında cinsel tacizle ilgili anıları canlananlara kıyasla çok daha fazla sayıda gerçek dışı anı yarattıklarına tanık olundu. Gelgelelim, bu araştırma da hem deneklerin hem halkın şimşeklerini üzerine çekmekten geri kalmadı. Kafa karıştırıcı sonuçlarMcNally ve Clancy’nin son araştırmalarından elde ettikleri sonuçlar ise çok daha kafa karıştırıcı. Uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını öne süren 10 denek ile 12 kontrol deneğindeki fizyolojik gerilimi inceleyen ekip, bu kişilerle yaşadıkları travmatik, sıradan ve hoş deneyimler konusunda söyleşti. Bu söyleşilerin otuz saniyelik en can alıcı bölümleri kaydedilerek deneklere dinletildi. Bu bölümleri ter, nabız ve kas gerginliğini belirleyen elektrodlara bağlı olarak dinleyen deneklerde strese bağlı tepkilerin travma sonrası stres yaşayan hastalarınkine denk olduğu görüldü. Bu kişiler söz konusu olayların başlarından geçtiğine gerçekten inanıyorlardı ve bu durum fizyolojilerine yansıyordu. McNally başka açılardan tümden aklı başında ve sağlıklı bireyler olan "kaçırılanların" gerçekle ilgisi olmayan anılara daha duyarlı olan kişiler, düşler alemine daldıklarından fantezi ve dalgınlık boyutları da daha yüksek oluyor. Düş kurma yetisi mi?O halde, aldatıcı belleğin özünde bizlere yaşam sevinci ve sanatsal zenginlik veren düş kurma yetisi yatıyor olabilir mi? Insanlar düşgücünün genellikle zihinsel bir etkinlik olduğunu düşünseler de, bu büyük ölçüde görme yetisiyle ilintili. Harvard ruhbilimcilerinden Stephen Kosslyn’in çalışması bu konuya ışık tutuyor. Beyinde sinir görüntüleme çalışmalarına (PET ve fMRI) 1990 yılında başlayan Kosslyn, şaşırtıcı bir buluşa imza attı. Beynin görme duyusuyla etkin duruma getirilen her bir bölgesi, zihinde bir imge yaratıldığında da etkin duruma gelmekteydi. Gözler kapalı olduğunda bile, salt düşgücünün etkisiyle görsel korteks ve beynin gözlerden gelen sinyalleri kaydeden bölgesi devinime geçmekteydi. Görüntü beyinde gerçekte görüleni taklit ediyorsa, bunun bellek, uslamlama ve kestirimlerde de kullanılabileceği işin olumlu yönüydü. Olumsuz yönü ise, imgelerin kaynağı konusunda kafanın karışabileceği ve yanılgıya düşülebileceğiydi. Bu da oldukça ürkütücü bir şeydi. Yaşamak için öyküInsanoğlunun düş kurma yetisi öylesine güçlü ki, kimi zaman insanlar herhangi bir travmayı anımsamadan da gecikmiş travma sonrası stres bozukluğu yaratabilir. Laboratuvar çalışmaları, beynin imgelere karşı eşsiz bir duyarlılığı olduğunu gösteriyor. Victoria Üniversitesi ruhbilimcilerinden Stephen Lindsay Mart ayında "Psychological Science" dergisinde yayımlanan bir araştırmasında, resmin asılsız anıların oluşmasına nasıl katkıda bulunduğunu ortaya koydu. Joan Didion da "Beyaz Albüm" adlı yapıtında,"Yaşamak için kendi kendimize öyküler anlatırız," diyor. Öte yandan, Yale Üniversitesi ruhbilim uzmanlarından Marcia Johnson belleğin dünyayı filtreden geçirmek ve kendimizce önemsiz saydığımız şeyleri yok etmek amacıyla tasarlanmış bir düzenek olduğuna dikkat çekiyor. Insanların kafalarını bir olayın ayrıntıları üzerinde toplamalarına silah odağı adı veriliyor. Bir soyguncunun bize yönelttiği silahı en ince ayrıntılarıyla anımsayabiliriz, ama o kişi ve çevremizdekiler hakkında en ufak bilgiye sahip olmayabiliriz. Borges’in Funes’iBeyinlerimiz kusursuz birer video kamera gibi işliyor olsaydı, o zaman aşırı bilgi yükünün altında ezilip kalırdık. Jorge Luis Borges "Keskin Bellek, Funes" adlı öyküsünde,"Funes’in fazlasıyla yüklü dünyasında yalnızca ayrıntılar vardı," der. Gerçek yaşamda da bir Funes var ve Kaliforniya Üniversitesi davranışsal sinirbilim uzmanı James McGaugh onu incelemeye almış durumda. Fazlasıyla güçlü bir belleğe sahip olan bu kadının beyni sürekli olarak bir bilgi seliyle dolup taşıyor ve bu durum yaşamını bir işkenceye dönüştürüyor. Washington Üniversitesi ruhbilimcilerinden Henry L. Roediger III insanların hiç bir şeyi harfi harfine kapmadıklarını, aktarılan bir deneyimi kendi bilinç filtrelerinden geçirerek bir sonuca vardıklarını ve bunun da aslında çok zekice bir davranış olduğunu öne sürüyor. Elizabeth Loftus, insanların yok yere anılarına güvendiklerini, bir olayı anımsasalar bile ayrıntıların çoğunu yanlış bildiklerini söylüyor. Marcia Johnson beynin bir olayı yeniden yaratmaya çalışırken genellikle başka anılarla ilgili ayrıntıları da buna kattığına dikkat çekiyor. Belleğe kazınma olayıBir zamanlar genel kanı şuydu: bir deneyim uzun-erimli belleğe kazınır kazınmaz artık değişmez! Weizmann Bilim Enstitüsü ruhbilimcilerinden Yadin Dudai’ye göre, kimi bilim insanları, bir anının etkin duruma getirildiğinde ilk baştaki durumuna geri dönebileceğine inanıyor. Laboratuvar çalışmaları ise her iki yönde de sonuçlar veriyor. Bazı ilaçların beyinde anıların pekişmesini önlediği gösterilirken, bir başka araştırma ise belleğin yalnızca geçici olarak bloke edildiğini ortaya koyuyor. Yeni yayımlanan bir başka araştırma ise, anı oluşumu ve bunu izleyen anımsama, ya da pekiştirme sürecinin gerçekte birbirlerinden farklı süreçler olduğunu, buna bağlı olarak, yerleşik anıların kolayca biçim değiştirip saptırılabileceklerini gözler önüne seriyor..Bütün bunlar konuyu daha da içinden çıkılmaz kılıyor. Niteliği de değişiyorMcNally, gerçek yaşamda anıların değiştiğine parmak basıyor. Yale Üniversitesi psikiyatri uzmanlarından Steven Southwick savaş gazilerini travmatik olayların yaşanmasından önce bir ay, ardından da iki yıl sonra incelemeye aldı. Ilk araştırmada birtakım olayların başlarından geçtiğini onaylayan deneklerin yaklaşık yarısı iki yıl sonraki araştırmada bu olayları işaretlemedikleri görüldü. Anıların tını ve niteliği de zamanla değişiyor. McNally, Chicago’nun kırsal kesimindeki bir okulda meydana gelen silahlı çatışmadan altı ay sonra personele bir anket uyguladı. Aynı anket olaydan 18 ay sonra da verildi. Sonuçta, ankete katılanların olayı her seferinde farklı anımsadıkları, ilk ankette daha ciddi travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterenlerin ikinci ankette olayı çok daha üzücü olarak anımsadıkları görüldü. Her ne kadar onlar bizi yaratıyor olsalar da, kendi anılarımızı kendimiz yaratırız. Yaşamlarımızın öyküsel yelpazesinin kah sağlam, kah yalan yanlış, her yöne çevrilebilir, güçlü, kaypak, yaratıcı ve her şeyden önce duygularla sıkı sıkıya bağlantılı bir olguya dayanması göz kamaştırıcı olduğu denli ürpertici de bir durum. Uyku felci olayıDiscover dergisinden özetlediğimiz bu makalede şu sorular soruluyor: İnsanoğlu yalan yanlış bile olsa öykü anlatma yeteneğine sahipse, bunun bize ne gibi bir yararı olmaktadır? Bir kişi nasıl oluyor da uzaylılar tarafından kaçırılmak gibi sıradışı bir öyküyü kafasında canlandırabiliyor? Uyku felci adıyla bilinen çarpıcı ve dehşet verici fizyolojik bir olgu bu soruya kısmen de olsa bir açıklık kazandırabilir. Klasik uyku felcinde kişi düş görürken vakitsiz uyanır ve hareket edemez. Bu tür olayların çoğunda insanlar hipnopompik halüsinasyon adı verilen son derece renki düşsel imgeler üretiler. Uzaylılarca kaçırılanların birçoğu uyku felci durumunu yaşarlar. Bu kişiler reenkarnasyon, enerji terapileri,
astroloji ve telepati gibi ÅŸeylere inanmaya çok daha eÄŸilimli olurlar. Â
button