Güncelleme Tarihi:
Burdur’da, Afyon’da, Kütahya’da cennet gibi köylerden geçtim, balçık evler, taş evler, koruklu serin çardaklar ve ... birbirinden zevksiz camiler. Güzelim yeşilliklerin içine oturmuş, fıstık yeşili, cart mavi, kurşun rengi parlak kubbeli, dengesiz minareli, zevksizlik eseri camiler.
Hem de, bin, bin beş yüz nüfuslu kasabada, birbirine elli metre mesafede iki tane, üç tane... Gecekondu camiler...
Herkes Milliyet’in dediği gibi Sinan olamaz tabii ki...
Ama küçük, sevimli, mütevazı camiler niye yapılmaz ki?
Maksat gerçekten ibadet etmek mi, yoksa gösteriş mi?
Benim camim senin camini döver mi?
TEM otoyolu üzerinde Arıcılar diye sevimli, küçük bir köy vardı, on beş bilemedin yirmi hane, burada devasa bir cami inşa edildi. Çifte minareli. “Yahu, müezzin mikrofonsuz okusa, bütün köy duyar, bu kadar minareye ne gerek var? Sonra bu camiyi dolduracak cemaat yok ki...” derken, mesele anlaşıldı: maksat cami değil, caminin altına şehirlerarası otobüs şirketlerine kiralamak üzere dükkan yapmak...
Akatlar’ın altında, Karanfilköy’de yapılan cami de öyle. Çifte şerefeli, iki minareli, Yenicami boyutlarında neredeyse... Eee, altındaki kahve ve otomobil servisi için yer lazım tabii ki...
Karşıda Küçükarmutlu. Bir camii ki, minaresi üç şerefeli mubarek. Onun altında ne var, bilmiyorum.
Ayrıca para toplarken, inşaat sırasında “neler dönüyor” onu da Allah bilir!
Bu mudur Müslümanlık?
İslam’dan ve camilerden rant elde etmek midir?
Milliyet’teki haberi, Mahsun Kırmızıgül’ün Sarı Sarı albümündeki Bizden değildir! parçasını dinleyerek okuyorum. Dinlerin kardeşliğini anlattığı şarkı, İbrahim Duran’ın okuduğu ezanla başlıyor.
Gözlerimi kapıyorum, Mamuş Nenem geliyor gözlerimin önüne. Başında, kulaklarının arkasına attığı süt beyazı tülbent, üstünde çiçekli entarisi, elleri dizlerinin üstünde, namaz kılıyor, dudakları oynuyor. Selam vermesini bekliyorum kucağına atlamak için. Bana sarılıyor, gülümsüyor, ama konuşmuyor, duasını okumaya içinden devam ediyor. O anda Cennet’te bir melek benim gözümde...
Gözlerimi kapıyorum, artık “koca çocuk” olmuşum, hangi çocuk, koca adam, Londra Merkez Camii’ndeyim. Aylarca süren sürgünüm sırasında memleketimi özlemişim, pek camiye gitmeyen ben, iki duvarı olmayan, bahçeye açık caminin bir köşesinde, sırtımı sütuna vermiş, Çağrı filminde Anthony Queen (Hz. Hamza) gibi halıya çökmüş oturuyorum, bir ayağım altımda. Ilık bir rüzgar yüzümü okşuyor. Gözlerimi kapıyorum ve bekliyorum, ezanı bekliyorum. Allahü ekber, Allaaaahü ekber... Bizim ezan değil ama olsun! Ağlamaya başlıyorum, gözlerim hâlâ kapalı, yüzümde geniş bir gülümseme... Az ötemde Araplar, biliyorum, hayretle seyrediyor beni, anlamıyorlar, ezanı dinlerken niye ağlıyorsun, ağlıyorsan niye gülümsüyorsun? Siz Yunus’u bilmezsiniz ki, “Hakka aşık olan kişi, akar gözlerinin yaşı, pür nûr olur içi dışı...” diyen güzeller güzeli Yunus’u...
Açıyorum gözlerimi, gazetedeyim, kulağımdaki ses “İnsanı sevmeyen, merhamet etmeyen, kul hakkı yiyen bizden değildir...” diyor. Derken, Mustafa Demirci’nin tüyler ürperten davudî sesi giriyor:
Bismillahirrahmanirrahim, Ya eyyühellezine amenüdhulu fis silmi kaffeh ve la tettebiu hutuvatüş şeytan innehu leküm adüvvüm mübiyn... (*)
Üstüne Matta İncil’inden bir alıntı (5/9), “Ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek.”
Latince, Ermenice, Süryanice...
Ardından İbranice... “Ülkenize barış sağlayacağım. Korku içinde yatmayacaksınız. Tehlikeli hayvanları ülkenizden kovacağım. Savaş yüzü görmeyeceksiniz.” (Tavrat, Levililer, 26/6)
Din adamlarının sesi dört dilde birbirine karışıyor...
Sakın bu olmasın İslam?
İnşallah!
(*) Bakara Suresi, Ayet 208 : Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.