Güncelleme Tarihi:
“Sadrazam İbrahim Paşa’nın Beşiktaş’taki sahil sarayının bahçesinde heyecanlı bir koşuşturma sürüp gidiyordu günlerdir. Karşılıklı renkli boyanmış ahşap galeriler kurulmuştu, bir minyatür amfitiyatro gibi, birbirinin önünü kapatmayan dar raflardan oluşuyordu galeriler. Hane halkı bunların neye yarayacağını anlamaya çalışıyordu; evin efendisi yalnızca bu küçük inşaatı yapanlara söylemişti bunların işlevini ve elbette kimselere açık etmemeleri tembih edilmişti.
Yılın en vaat dolu ayının, insanın içinde umutlar uyandıran, gönüllere sevinç salan nisan ayının ortalarıydı. Akşama cihan padişahını ağırlamaya hazırlanıyordu yalı. Ev sahibi hazırladığı sürpriz gösterinin Ahmed Han’ın kulağına gitmesini arzu etmiyordu, onu mutlu bir şaşkınlığa boğmaktan büyük zevk alacaktı.
Akşam yaklaştığında bahçeye tepsilerle cam ve gümüş laledanlar taşınmıştı; ancak tek bir lalenin sapını ve yaprağını içine alacak kadar ince, uzun boyunlu vazolar, altları dengeyi sağlamak için şişkin. Sayılarının hesabını tutmak neredeyse olanaksızdı, öylesine çoktular. Her birinin içine birer lale konmuştu, en nadidelerinden seçilerek, henüz goncadan açılmış olmalarınına dikkat edilerek.
Yan yana konacak lalelerin renklerinin uyumlu olmasına bizzat İbrahim Paşa dikkat ediyordu, birçoğunun yerini değiştirtmişti. Böylece parlak ateş rengi lalelerin yanına al rengin giderek açılan tonları, mercan renkleri yerleştirilmişti. Uçuk pembeden erguvan pembesine kadar açılan yelpazedeki laleler ayrı bir bölümdeydi, tüm renkler açıklı koyulu tonlarla dalgalanıyordu. Karşılarındaki raflara ise eflâtunun en uçuğundan morun en koyusuna giden renklerdekiler, aralarındaysa sarının her tonunda, güneşin yakıcı sarısından madenin serin sarısına kadar açılan renklerdeki laleler serpiştirilmişti. Morla sarının eşsiz birlikteliğini doya doya seyretmek için, onları en ortaya koydurmuştu paşa. Renk geçişlerini, birkaç rengi dantel gibi bir arada işleyen alaca laleler sağlıyordu. Eşsiz inci; “dürr-i yektâ” adlı beyaz laleler ise en alt ve en üste dizilmişlerdi.
Laledanların aralarındaki boşluklar, ahşap raflara ince zincirlerle asılan renkli billur toplarla doldurulmuştu, bunlar ışığı yansıtacaktı, en alta yerleştirilecek dizi dizi kandillerin ışığını. Bahçenin çardaklarına da renkli kandiller asılmıştı.
En değerli konuğun gelme vakti yaklaştığında, hava da kararmak üzereydi, neyse ki akşamın serinliği samur kürkle astarlanmış kaftanlarla geçiştirilecek gibiydi, yalnızca pek hafif bir rüzgâr vardı. İbrahim Paşa kandillerin derhal yakılmasını buyurdu.
Saltanat kayığı yalının iskelesine yanaşır yanaşmaz, Sultan Ahmed oturmakta olduğu yaldızlanmış
nakışlı direklerle çevrili, üstü kadifeyle örtülü hünkâr köşkünden doğruldu, bir an önce karaya çıkıp İbrahim Paşa’nın şöleninin tadını çıkarmaya duyduğu hevesi gizleme gereği duymuyordu. Sevgili sadrazamının süslü karşılama sözcüklerine uygun cevapları
verdikten sonra, kalabalık refakatçilerinin arasından ilerleyip bahçeye adımını attığında, gözlerine inanamadı cihan padişahı. Henüz bastıran alacakaranlığın içindeki lalelerle, bir cennet bahçesinin hayali yeryüzüne inmişti sanki. Aralarındaki billur topların kesme yüzeylerinde
kırılıp dağılan, pırıl pırıl gümüşler içindeki çiçeklere yansıyan binbir
ışık, bir anda kavranması olanaksız
bir manzara oluşturmuştu. Havadaki hafif esintiyse, hem laleleri, hem de
billur topları nazlı nazlı salındırıyor, sahnenin etkisini artırıyordu.
Padişah iki yandaki lalelerin arasından yavaş yavaş geçip, kendisini akşamın rutubetinden korumak için hazırlanmış, önü açık küçük çadırdaki minderli, yüksek divana kurulunca, ince saz eşliğindeki fasıl da başladı. Babalarının yanında gelmelerine izin verilen şehzadeler ise en çok dallara asılı gümüş kafeslerdeki sakalardan, kanaryalardan ve bülbüllerden hoşlanmıştı.
Tombak kaplardaki nefis yiyecekler yavaş yavaş tüketildiğinde, gösteri sırası kıvrak dilber köçeklere gelecekti. İbrahim Paşa yeni, hareketli ve pırıltılı bir dünya yaratmıştı. Binbir kandilin ışığıyla aydınlanarak herkesten yukarıda oturan Ahmed Han’ın gölgesi ardındaki lale tarhına doğru öyle bir uzanmıştı ki, sanki meçhul bir devin heybeti kaplamıştı çiçeklerin üzerini.
Gecenin sonunda saltanat kayığında oturan adam kendinden de, seçtiği sadrazamından da hoşnuttu.
Bir döneme damgasını vuracak eğlentilerin ilkiydi bu, adını da şölenin en etkileyici yanından, şaşaalı aydınlatmasından alarak Çırağan Şenlikleri diye anılacaktı hep.”
TARİHTE DERİN İZ BIRAKAN 12 YIL
“Lale Devri”nin ihtişamı geçmiş zamana ait, öyle de olmalı. Ama geçmişteki lale bahçelerinde biraz dolaşmakta sakınca yok! Yazının girişinde alıntıladığım, sekiz yıl önce yayımlanan romanım “Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde”de de okurlarımı böyle bir geziye çıkarmıştım yine.
18’inci yüzyılın başında laleye olan düşkünlük, yaklaşık 200 yıl sonra tarihçi Ahmet Refik’in bu dönemi “Lale Devri” olarak tanımlamasına yol açmıştı. Bu tanımın zaman içinde kabul görmesiyle Sultan III. Ahmed’in saltanatı içindeki barışçıl dönem, 1718-1730 arası bu isimle anılmayı sürdürdü, belki de biraz bu nedenle bu dönemin abartılı eğlenceleri ön plana çıktı hep, oysa bu yıllar kültür ve sanattaki son yükseliş dönemiydi aynı zamanda; incelmiş zevkler sanatın birçok alanında başyapıtların yaratılmasını sağlamaktaydı. İki bin çeşit lalenin bulunduğu, lale kitapları yazılan, lalenin tüm bahçeleri bezeyip aşka ve şiirlere esinler verdiği bir dünya...
Sultan Ahmed ile damadı ve sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa’nın çevrelerine en iyi şairleri, müzisyenleri, bilginleri topladığı o zamanlarda bu narin çiçek tüm inceliklerin simgesi olmuştu, ona düzülen övgülerle çeşitlerine verilen değer arttı her gün, farklı lalelere sahip olmak arzusu da bir çılgınlık haline geldi. İnsanlar her yıl yeni türleri yetiştirilen laleleri görmek ve soğanından almak için her şeyi göze alıyordu. Serşükufeci denen çiçekçibaşının en önemli görevi lalecileri, lale bahçelerini, lale alım satımını denetlemek, narhtan fazla fiyatla çiçek ve özellikle de lale satanları cezalandırmaktı. İbrahim Paşa böyle hareket edenlerin çiçeklerinin ellerinden alınması hakkında bir ferman çıkartmıştı, ki bu ağır bir cezaydı!
Aslında lalenin saltanatı Lale Devri’nden çok öncelere dayanır, Osmanlı kültüründe her zaman sevilen bir çiçektir; 16’ncı yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Şeyhülislam Ebussuud Efendi’dir lale cinslerinin islah edilerek yetiştirilmesini sağlayan. Saray bahçelerine dikilmek üzere her yandan laleler getirilir, adeta hasbahçelerin hükümdarıdır laleler. Çiçekçi dükkanlarının sayısının yüzü aştığı İstanbul’da nadide lale soğanları defterlere kaydedilir.
Avrupa’ya da bu yüzyılda adımını atar lale, önce 1546-48 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’na gelen gezgin Pierre Belon her Türk bahçesinde laleler görür ve bunları bir tür zambak olarak niteler. 1554 yılında İstanbul’a gelen
Kutsal Roma İmparatorluğu elçisi Ghiselin de Busbecq ise ülkesine dönerken burada görüp hayran olduğu lale soğanlarını da beraberinde götürür ve laleler yeni bir coğrafyada, farklı bahçelerde bulurlar kendilerini. Sonrası gelecek, 1562 yılında Amsterdamlı bir tüccar ilk lale soğanı kargosunu yollayacaktır İstanbul’dan, Hollanda’da baştacı edilmek üzere; uzun yıllar sonra tekrar ilk geldikleri ülkeye de ihraç edilmek üzere...
Hançer biçimi ince uzun yapraklarının uçları tığ gibi ince ve sivri lalelere birçok eski resimde ve bezemede rastlarız, Osmanlı lalesi denen laledir bu... İznik çinilerinin sonsuzluğa uzanan o parlak yüzeylerinde, padişah kaftanlarının altınla dokunmuş kumaşlarında, sırmalı işlemelerde, göz alıcı mücevherlerde, kitap sayfalarındaki allı-lacivertli-altınlı tezhiplerinde hep lale motifleri, gül, sümbül ve karanfillerin yanısıra... Ve yüzyıllar boyunca şiirlerde, örneğin Şair Nedim’in baharın gelişini müjdeleyen, güllerin açıldığını, çırağan vaktinin geldiğini bildirip “lale bahçelerinin gözü aydın” diyen dizelerinde...
LALELER, BUGÜN, MÜZİKLE
Tüm bunlar iyice geride kalmış olsa da, günümüzde de tadı çıkarılabilecek, tadı çıkarılması gereken laleler var. Gündelik koşuşmamız içinde gözü, gönlü şenlendiren, bir sevinç elverişi yaratıveren... Lalelerin hayranlık uyandırıcı öbekler halinde toplandığı en güzel yerlerden biri de Emirgan Parkı, her yanında tarihi barındıran o büyük bahçe. Uzaktan bakıldığında rengarenk dalgalanan hayal denizleri gibiler laleler, yakınlaşınca ise biçim biçim açılmış yüzleriyle tek tek gülümseyen varlıklar. Bir tür çılgınlık hali yaşıyor insan, başka bir dünyaya doğru kanatlanıyor neredeyse.
Laleler arasında dolaşırken çevredeki kalabalıktan sıkılmak yerine, bu keyfi paylaşan onca insanın oluşturduğu olumlu enerjiyi çekiyorum içime. Karşımda dikilen ucu incecik tırtıklı bir sarı laleyi okşamak istiyorum, ama yapmıyorum, incinmesin. Kulağımda müziğim eşlik ediyor bana, değişken bir müzik; önce Murathan Mungan’ın o derine işleyen şiirlerini seslendiren Yeni Türkü ezgileri, koyu mor, neredeyse siyah lalelerle... Ardından ebrulî lalelere bakarken Alâeddin Yavaşça’nın İstanbul ruhunu yansıtan şarkısı “Boğaziçi Şen Gönüller Yatağı.” Münip Utandı söylüyor, keşke o harika güftenin sonundaki “Gönüllerin kaynaştığı beldesin/Laledesin sümbüldesin güldesin” diye başlayan dörtlüğü de seslendirse... Müzik belleğim içinde hep en sevdiklerime gidiyor elim ve Chopin’e geçiyorum, 1 numaralı Noktürn, çocukluğumda annemin çaldığı, hep çok sevdiğim tınılar, çok sevdiğim çiçeklerle bitişik. Capcanlı kırmızıların yanına geldiğimde Chopin’in 6 numaralı valsini dinlemeye başlıyorum, yüreğimin atışını hızlandıran nameler... Böylece sürüp gidiyor bu mevsimde hiç doyamadığım lale serüvenim, sanki bir kaleydoskopun; çiçek dürbününün içindeyim, merceklerinin arasında yuvarlanıp duruyorum.
Sonunda günümüzün lalerine veda etmede Maria Callas’ın sesini uygun buluyorum, sesinin rengini... Bence o eşsiz yoğunlukta duygu ileten, hüzün yüklü, muhteşem sesi lalelerin gururlu, ancak yakın zamanda geçip gidecek olan güzelliğine karşı bir güzelleme gibi çünkü... Hani etkileyici bir romanı okuyup bitirdikten hemen sonra insanın ruhundan dolu dolu bir yaşanmışlık duygusu taşar ya, lalelerle kucaklaştıktan sonra da benzer bir şeyler dolanıyor hayalimde, belki de henüz yazılmamış öyküler...
Evet, şimdi yapılacak şey hemen lalelere koşmak ve renklerini kendi iç renklerimize dönüştürmek, kendi iç müziğimizi seçerek. Ve lalelerin yüzlerce yıllık anılarının izlerinde dolaşmayı denemek, saatlerce ya da kısa bir an boyunca...
LALE DEVRİ’NDEN İLGİNÇ LALE İSİMLERİ
Cüce moru, pabuççu, gülcü başı, aşçı moru, bıyıklı, keresteci, pençe, erik dibi, behçet-i çemen (çayırın güzelliği), cam-ı simin (gümüş kadeh), cam-ı zerrin (altın kadeh), cevher-i hayat (yaşam cevheri), dürr-i yekta (eşşiz inci), elmas-pare (elmas parçası), ferahfeza (ferahlığı artıran), gülruhsar (gül yanaklı), hançer-i yakut (yakut hançer), Menba-i hayat (yaşam kaynağı), nur-i saadet (saadet nuru), peyker-i elmas (elmas çehreli), peyker-i yakut (yakut çehreli), saye-i elmas (elmas gölgesi), sim-endam (gümüş boylu), şua-i yakut (yakut ışığı), vahid-i gülzar (gül bahçesinin bir tanesi), zevk-bahş (zevk veren)