Güncelleme Tarihi:
(...) Arabaya koşup kaloriferleri çalıştırdık. O anda fark ettim, Galip’in yüzü gözü kan içindeydi. Alnında derin bir kesik vardı. Sığlık bir yere atladığından dibe vurmuş, alnını kesmişti.
Hastanenin acil servisine gittik, muayene odasında beklemeye başladık. Sağlık memuru, koridorun sonundaki dinlenme odasında uyuyan doktoru çağırmaya gitti. Yakamızdan, paçamızdan damlayan sular odanın içinde iyice büyüyüp göl olduktan sonra geldi doktor. Yüzü kıpkırmızıydı. Mavi gömleğinde, onca yıkamaya, kurumaya ve ütülemeye direnmiş sarı lekeler vardı. Hasta yatağındaki Galip’in yanına oturdu, cebinden yassı matarasını çıkarıp ne idüğü belirsiz içkisinden bir yudum aldı. Derin bir iç çekip mendiliyle saçsız başındaki ve alnındaki terleri sildi, sonra da yarım kalmış bir muhabbete devam eder gibi, “İnsanlar pusuda beklerler,” dedi. “Mahvetmek için.”
“Neyi mahvetmek için doktor?”
“Bilmiyorum. Nereden geleceklerini, ne yapacaklarını asla bilemezsin.”
Sonra Nuran Hemşire geldi. O gelmeden evvel koridorda çınlayan kahkahası geldi daha doğrusu. Muayene odasına girdiğinde, üstündeki beyaz önlüğe ve saçlarındaki kepe rağmen, hemşire olduğundan emin olamıyorduk bir türlü. Hemşireler genellikle nemrut insanlardır, öyle olmalarının da bir nedeni vardır belki ama beni ilgilendiren şey bu değil. O asık yüzlü hemşire sizi ilk gördüğünde suratınıza, hasta değilmişsiniz de onu kandırmaya çalışıyormuşsunuz gibi bir edayla bakar ya, içinizden bir küfür daha edersiniz o zaman, sizi hastaneye getiren sağlık problemine de, sağlık sistemine de, hatta bütün sağlıklı insanlara da. Ama Nuran Hemşire, kendisine söylenen güzel bir söze şen bir kahkahayla cevap vermişti az evvel. Kim söylemişti o sözü, ne demişti, o kadarını anlayamamıştık. Sadece isminin Nuran olduğunu öğrenmiştik. O ilk kahkahadan kalma küçük bir tebessüm de vardı dudaklarında. Bizi gördüğünde bile yok olmayan ısrarlı bir tebessüm. Bu ayrıntının üstünde, asıl hikâyenin o an başladığını düşündüğüm için duruyorum. Galip’le benim aklımdan aynı anda geçtiğinden emin olduğum şu soruyla başlamıştı asıl hikâyemiz: “Nuran Hemşire bizi gördüğünde neden gülümsemişti?” Bizi gören insanlar gülümsemezler. Hele gecenin köründe, körkütük sarhoşsak, sırılsıklamsak ve kanlar içindeysek asla gülümsemezler. Tekrar soruyorum: “Nuran Hemşire bizi gördüğünde neden gülümsemişti?”
BEN AŞIK OLDUM KARDEŞİM
Yüzündeki gülümseme silinirken “Geçmiş olsun,” dedi Nuran Hemşire, durumun vahametini anladığından ciddileşmişti o da. Doktorun bıkkın bir yüz ifadesiyle verdiği talimatlar doğrultusunda dikişleri atmaya başlamıştı. Bir ara, “Ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu Galip’e. O zaman anladım, Galip hiçbir şey diyemeyip öyle dalgın, karşısındakini görmüyormuş gibi bakınca.
Nuran Hemşire, Galip’in alnına dört dikiş attı. Üstüne bir de tetanos aşısı yaptı. O cevap verilmemiş sorunun dışında hiçbir şey konuşulmadı. Hastaneden çıktık, sabah ezanı okunurken Kent Lokantası’na gidip çorba söyledik. Kara bir köpek tam dört yolun ortasında, yanıp sönen trafik lambalarının altında durmuş, gözlerini bize dikmişti. Hafiften çiseleyen yağmur asfaltın üzerinde parlarken yanımıza yaklaştı. Kapkara gözlerinde tehditkâr bir ifade vardı ama o ifadenin derinlerinde, anlayışlı, babacan bir hâl de seziliyordu. İlkokul öğretmenimize benziyordu.
Galip, “Ben âşık oldum kardeşim,” dedi.
“Farkındayım,” dedim.
“İlk defa âşık oldum.”
“Onu da biliyorum.”
“Ne yapacağım?”
“Hiçbir şey,” dedim. “Oturup çorbanı içeceksin.”
“Hayır,” dedi. “Nuran Hemşire için ne yapabilirim?”
“Hiçbir şey yapamazsın. Belki şarkı sözlerine biraz daha dikkat edebilirsin bu aralar.”
“Başka?”
Galip’in muhabbetin ucunu bırakmaya niyeti yoktu.
“Başka?” dedi yine.
Duymamış gibi yaptım, çorbamı içmeye devam ettim.
“Başka?”
“Başka bir şey yok Galip.”
Ertesi akşam kayalıkların orada oturuyorduk yine. Galip, “Nuran Hemşire için ne yapabilirim?” diye sorup durmaya devam ediyordu. Ben de önce duymuyormuş gibi yapıyor sonra elinden bir şey gelmeyeceğini anlatmaya çalışıyordum. En sonunda kayalıkların dibine işerken dayanamadım, “Yapabileceğin tek şey var Galip” diye seslendim. “O da oturup sessizce acı çekmek. Bütün gerçek âşıklar gibi.”
“Tamam” dedi. Der demez de alnındaki dikişleri söktü. Yüzü gözü bir anda kan içinde kaldı. Arabaya koştum, torpido gözünde Petrol Ofisi’nden eşantiyon verdikleri kâğıt mendil kutusu vardı. Bütün tomarı çıkarıp yanına koştum, alnına bastırdım.
“Ne yaptın Galip!”
“Acı çek dedin.”
“Soyut bir acıdan bahsediyordum.”
Anlamamış gibi baktı, “Göğsünün ortasında hissedeceğin bir acıdan bahsediyordum Galip,” dedim. “Bütün kaderini bir insana bağlamanın kederinden bahsediyordum. Kansız bir acıdan bahsediyordum. Ruhunun kanayışından bahsediyordum. İlla kanlı bir acı olması gerekiyorsa tabii.”
Galip anlamamış gibi bakıyordu. Belki de maddi acıyla manevi acı arasındaki farktan haberi yoktu. Tekrar hastaneye gittik.