BURMA'DA BÄ°R Ä°DAMGeorge OrwellEric Blair, ya da yazarlıktaki müstear ismiyle, George Orwell üstüne söz söylemek yürek ister. Kendisi çok yürekli biriydi,

Güncelleme Tarihi:

BURMADA BİR İDAMGeorge OrwellEric Blair, ya da yazarlıktaki müstear ismiyle, George Orwell üstüne söz söylemek yürek ister. Kendisi çok yürekli biriydi,
OluÅŸturulma Tarihi: Nisan 17, 2000 00:00

BURMA'DA BÄ°R Ä°DAMGeorge OrwellEric Blair, ya da yazarlıktaki müstear ismiyle, George Orwell üstüne söz söylemek yürek ister. Kendisi çok yürekli biriydi, en baÅŸta. Ä°spanyol İç Savaşı'nda sosyalizmin mümkün olduÄŸunu, ama komünistlerin savaşı kaybedeceÄŸini, Stalinist komünist yönetimin kayalara vuracağını, "Big Brother" (Büyük Birader) tehdidini ve daha neler neler. YaÅŸadığı çağın her oluÅŸumunu inanılmaz zekâsıyla irdeledi, gidiÅŸini gördü ve hiç korkmadan, herkesten erken söyledi. Erken de, öldü...Ä°ngiliz sınıf sisteminden nefret ediyordu. Babasının görevi nedeniyle, yıllarca UzakdoÄŸu'da yaÅŸamış, kendisi de Birmanya'da (Ä°ngilizlerin ismiyle "Burma", ÅŸimdiki askeri yönetimin verdiÄŸi adla da "Nyanmar"da) polis teÅŸkilatında çalıştı."Burma'da Bir Ä°dam" bu dönemde tanık olduÄŸu bir olay. Londra'daki editörü Dennis Colling'e yazdığı bir mektup. Bir Orwell mütercimi olarak, ifadesinin duruluÄŸunun karşısında infazın vuruculuÄŸu ÅŸaşırtmıştı beni. Derhal çevirdim. Ä°dam cezasına karşı bir kampanyada iÅŸe yarar ümidiyle…BURMA'DA BÄ°R Ä°DAMBurma'da oldu bu anlatacaklarım. Ipıslak bir gündü, bardaktan boÅŸanırcasına yaÄŸmur yağıyordu. Ölgün, teneke pası gibi sarı yampirik bir ışık, hapishane avlusunun yüksek duvarlarına yansıyordu. Ä°dam mahkûmlarının hücrelerinin dışında bekleÅŸiyorduk. Hayvanların kapatıldığı kafesler gibi, çift parmaklıklı iÄŸrenç barakalardı bunlar. Her hücre, enine boyuna üç buçuk metre kadar geniÅŸti. Çıplak bir mekândı, tahta bir döşek ve bir su kabı dışında. Kimi hücrelerin esmer tenli sakinleri, battaniyelerine sarılmış, demir parmaklıkların gerisinden ölgün nazarlarla dışarıyı seyrediyordu. Hepsi idam mahkûmuydu, bir iki haftaya kadar asılacaklardı.Mahkûmlardan birini hücresinden çıkardılar. Adam Hindu idi. Ufak tefek, zayıf, kavruk biriydi. Başı tıraÅŸlı, sulanmış gözleri bulanık bakıyordu. Çelimsiz vücuduna hiç uymayan, yeni sürgün gibi fışkırmış kalın bir bıyığı vardı. Hani, ÅŸu komedi filmlerindeki abartılı, gülünç adamların bıyıkları gibi. Boyu iki metreye yaklaÅŸan, çam yarması gibi Hindu muhafızlar mahkûmu derdest etmiÅŸ daraÄŸacına hazırlanıyorlardı. Ä°ki muhafız ellerinde tüfek ve sürülmüş kasaturaları ile adama vaziyet ederken, öbürleri ellerini kelepçeliyordu. Kelepçeyi zincirlediler ve kollarını da büküp baÄŸladılar. Neredeyse, mahkûma yapışık yürüyorlardı, elleri devamlı onu kavramış, sanki onun yanlarında olduÄŸundan emin olmak ister gibi, adamı sımsıkı tutuyorlardı. Biri balık tutmuÅŸ da, henüz canlı balık tekrar suya atlamasın diye elinde hapsetmeye çalışıyor sanırdınız. Ama mahkûm öylece ilgisiz duruyordu, ellerini baÄŸlasınlar diye uzatırken, ne olup bittiÄŸinin farkında deÄŸil gibiydi.Saat sekizi çaldı. Uzaktaki barakalardan. Islak havayı delerek gelen bir boru sesi... Hepimizden ayrı, mesafeli duran canı sıkkın hapishane müdürü, deÄŸneÄŸiyle kumu eÅŸelerken, boru sesini duyunca başını kaldırdı. Müdür, askeri doktordu, fırça gibi gri bıyıklı, boÄŸuk sesli biri. Sinirli sinirli, "Tanrı aÅŸkına çabuk ol Francis" dedi. "Bu adamın bu saate kadar ölmüş olması gerekiyordu. Daha hazır deÄŸil misin?"BaÅŸ gardiyan Francis, kapkara elini havada sallarken: "Tamam efendim, tamam efendim" diye fokurdadı. Keten bezinden bir elbisesi ve sarı çerçeveli metal gözlükleri vardı. Ama, ÅŸ'leri tıslayarak konuÅŸuyordu. "HerÅŸey ayarlandı efendim. Cellat bekliyor. Hemen iÅŸe koyuluyoruz.""Ä°yi, haydi bitirin ÅŸunu. Bu iÅŸ bitmeden mahkûmlar kahvaltılarını yiyemeyecekler."DaraÄŸacına gidiyoruz. Ä°ki muhafız mahpusun iki yanında yürüyor, tüfekler takılı, öbür iki muhafız ise, adamı hem itekliyor, hem de sanki düşmesin diye tutuyordu. Geri kalanımız, hâkimler ve diÄŸerleri, arkadan geliyorduk. Aniden, birkaç metre yürüdükten sonra, hiçbir ikaz ya da emir olmaksızın, tören alayı yarıda kesildi. Berbat bir ÅŸey oldu, nereden çıktığı belirsiz bir köpek avluya daldı. Avaz avaz havlayarak aramıza girdi, bir sürü insanı bir arada bulduÄŸu için sevinçli, tüm vücudunu sarsarak etrafımızda atlayıp sıçramaya baÅŸladı. Uzun karışık tüylü, yarı teriyer, yarı sokak köpeÄŸi bir mahluk. Biraz atladı, zıpladı, sonra, kimsenin durdurmasına kalmadan, mahkûmun üstüne sıçradı ve yüzünü yalamaya çalıştı. Herkes donakaldı, köpeÄŸi yakalamayı bile akıl edemedik. "Bu Allahın belası köpeÄŸi kim saldı buraya?" diye öfkeyle haykırdı hapishane müdürü. "Biriniz yakalayın ÅŸunu!"Muhafızın biri kafileden ayrıldı, sarsak bir edayla köpeÄŸin ardından seyirtti. Ama, umursamaz köpek, hiç ele gelmiyor, oyun oynar gibi dans ediyordu. Genç bir melez gardiyan yerden bir avuç çakıl taşı alıp köpeÄŸe fırlattı, ama köpek taÅŸlardan kurtulup tekrar peÅŸimizden geldi. Havlamaları hapishane duvarlarında yankılanıyordu. Ä°ki muhafızın tuttuÄŸu mahpus, tüm bunlar infaz formalitesinin olaÄŸan bir parçasıymış gibi, ilgisiz bakıyordu. Neden sonra, nihayet biri köpeÄŸi yakalayabildi. Mendilimi boynuna dolayıp uzaklaÅŸtırdık onu. Ama, köpek hâlâ direniyor ve inliyordu.DaraÄŸacına kırk metre kadar kalmıştı. Önümde yürüyen mahpusun çıplak kahverengi sırtına baktım. Eli kolu baÄŸlı, sarsak yürüyordu. Yine de, Hintlilerin o dizlerini hiç germeden hafif yaylanan yürüyüşü çok istikrarlıydı. Her adımda, adaleleri yerli yerine oturuyor, Bir keresinde, her iki omuzunu yakalamış adamların kıskacına raÄŸmen, bir su birikintisine basmamak için, hafif yana çark etti. Tuhaftır, o ana kadar, saÄŸlıklı, bilinçli bir adamı yok etmenin ne demek olduÄŸunu asla kavrayamamıştım. Mahpusun su birikintisine basmamak için yana çekiliÅŸini görünce, yolunda giden bir hayatı kısa kesmenin gizemini, dile getirilemez yanlışlığını gördüm. Bu adam ölmüyordu ki, bizim kadar canlıydı. Vücudunun tüm organları çalışıyordu, bağırsakları sindirdiÄŸini dışarı atıyor, cildi kendini yeniliyor, tırnakları uzuyor, dokuları oluÅŸuyordu. DaraÄŸacına çıktığında, sonra da saniyenin onda birinde havada düşerken, tırnakları hâlâ uzuyor olacaktır. Gözleri sarı çakılları ve gri duvarları görüyor, beyni hâlâ her ÅŸeyi hatırlıyor, akıl yürütüyor, hatta su birikintilerine bile dikkat ediyordu. O ve biz, bir grup insan, beraberce yürüyor, aynı dünyayı görüyor, hissediyor, anlıyorduk. Ama iki dakika sonra, ani bir kopuÅŸla, içimizden biri gitmiÅŸ olacaktı, bir beyin eksik, bir dünya eksik.DaraÄŸacı, hapishane bahçesinden ayrı, her yanını dikenli uzun otların sardığı küçük bir avluda idi. Bir hangarın üç tarafı gibi, tuÄŸladan yapılmış, üstüne kalın bir tahta döşenmiÅŸ, onun üstüne de iki direk ve kol demiri oturtulmuÅŸtu, en tepede de bir halat sallanıyordu. Hapishanenin beyaz üniformasını giymiÅŸ, gri saçlı bir mahkûm olan cellat, cihazının yanında bekliyordu. Avluya girer girmez, köleler gibi yerlere eÄŸilerek hepimizi selamladı. Francis'in bir sözü üzerine, ik imuhafız, mahpusu daha da sıkı tutup itekleyerek daraÄŸacına doÄŸru götürdüler ve sakarca basamaklardan çıkardılar. Sonra, cellat tırmanıp halatı mahpusun boynuna geçirdi.BeÅŸ metre ötede dikilmiÅŸ bekliyorduk. Muhafızlar daraÄŸacının etrafında halka olmuÅŸtu. Ve sonra, ilmik boynunda sıkıştırıldığında, mahpus tanrısının ismini haykırmaya baÅŸladı. Yüksek sesle, nakarat gibi devamlı tekrarlanan bir feryattı bu, "Ram! Ram! Ram! Ram!" CanhıraÅŸ, korku dolu, acil bir imdat çaÄŸrısı deÄŸil, sabit, ritmik, neredeyse çan çalışı gibi bir sesleniÅŸti. Köpek bu sese sızlanır gibi karşılık verdi. DaraÄŸacında dikilen cellat, hemen un çuvalı gibi keten bir torba çıkarıp mahpusun başına geçirdi. Fakat, kumaşın emmesine raÄŸmen, feryadı hâlâ iÅŸitiliyordu: "Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!"Cellat daraÄŸacından indi, manivelayı tutarak bekledi. Dakikalar geçti gibi geldi. Mahpusun sabit, soÄŸuk haykırışı sürdü de sürdü: "Ram! Ram! Ram! Ram! Ram!" sesi bir saniye bile duraksamadı. Hapishane müdürü başını çenesine eÄŸmiÅŸ, deÄŸneÄŸiyle toprağı eÅŸeliyor ve muhtemelen zihninde belli bir sayıya kadar izin vermiÅŸ, mahpusun feryatlarını sayıyordu, elli belki de yüz. Herkesin beti benzi attı. Hintliler'in suratları berbat kahve gibi griye dönmüştü ve birkaçının kasaturaları da titriyordu. Ä°pin ucunda baÄŸlı, kukuletalı adama bakıyor ve haykırışlarını dinliyorduk, her feryat, iki saniye daha hayat demekti. Hepimizin kafasında da aynı fikir vardı: Oh, öldür adamı çabucak, bitir ÅŸu iÅŸi, durdur ÅŸu iÄŸrenç gürültüyü!Aniden, hapishane müdürü kararını Verdi. Başını kaldırdı, deÄŸneÄŸiyle hızlı bir hareket yaptı. Neredeyse vahÅŸi bir sesle "Chalo!" diye bağırdı. Madeni bir gürültü ve sonrasında ölüm sessizliÄŸi. Mahpus yok olmuÅŸtu, ama halat kendi üstüne dönüp duruyordu. KöpeÄŸi salıverdim, hayvan hemen dört nala daraÄŸacının arkasına koÅŸtu, ama oraya varır varmaz aniden durdu, havladı ve sonar avlunun bir köşesine çekilip otların arasında dikildi ve ürkek ürkek bize bakmaya baÅŸladı. Ölüye bakmak için daraÄŸacının arkasını dolandık. Ayakları dümdüz yere dönük, vücudu yavaÅŸ yavaÅŸ sallanıyordu, bir taÅŸ kadar kaskatı ve cansızdı.Hapishane müdürü elinde deÄŸneÄŸiyle geldi, çıplak vücudu dürttü, ceset sallanınca, belli belirsiz bir sesle, "Bu iÅŸ tamam" dedi. DaraÄŸacından uzaklaÅŸtı ve derin bir nefes aldı. Yüzündeki sıkkın ifade derhal kaybolmuÅŸtu. Kol saatine şöyle bir göz attı: "Saat sekizi sekiz geçiyor. Bu sabahlık da bu kadar, tanrıya şükür!"^Muhafızlar kasaturalarını çözüp marÅŸ marÅŸ uzaklaÅŸtılar. Uslanan ve bir hata yaptığının farkında olan kopek, muhafızların peÅŸinden gitti. Biz de, daraÄŸacını bırakıp hükümlülerin bekleÅŸtiÄŸi hücreleri geçtik ve hapishanenin büyük avlusuna geldik. Hükümlüler, muhafızların nezaretinde kahvaltılarına çoktan baÅŸlamışlardı. Uzun kuyruklar halinde, ellerinde birer teneke kase çömelmiÅŸ bekleÅŸiyor, aralarında dolaÅŸan muhafızlar da pilav dağıtıyordu. Ä°nfaz sahnesinden sonar, çok evcil, neÅŸeli bir manzara gibi göründü. Görev yerine getirildiÄŸi için hepimiz müthiÅŸ ferahlamıştık. Ä°nsanın içinden ÅŸarkı söylemek, koÅŸmak ya da alabildiÄŸine gülmek geliyordu. Herkes birden neÅŸeyle çene çalmaya baÅŸladı. Yanımda yürüyen melez delikanlı, geldiÄŸimiz yolu başıyla iÅŸaret ederek gülümsedi ve "Biliyor musunuz efendim, arkadaşımız (ölen adamı kastediyordu) temyiz talebinin reddedildiÄŸini öğrendiÄŸinde, hücresine pislemiÅŸti.Korkusundan. Lütfen, bir sigaramı alın, efendim. Yeni gümüş tabakamı beÄŸendiniz mi? Ä°ki rupiye aldım. Kaliteli Avrupa tarzı."BirçoÄŸu güldü, neye güldüklerini bilmeksizin. Francis hapishane müdürünün yanında yürürken, çalçene konuÅŸuyordu: "Åžey efendim, her ÅŸey mükemmelen tamamlandı, bitti. ÅžipÅŸak bitirdik iÅŸi. Ä°ÅŸte böyle. Oooo, hayır. Her zaman böyle olmuyor. Doktorun daraÄŸacının altına gidip mahkumun ölümünü garantilemek için bacaklarına asıldığını bilirim. Ne nahoÅŸ bir durum!""Ayaklarına asılıp buruluyor öyle mi? Çok kötü" dedi hapishane müdürü."Ah efendim, mahkûmlar söz dinlemeyip direndiÄŸi zaman daha da berbat oluyor. Hatırlıyorum, bir adam, infaz için geldiÄŸimizde hücresinin demir parmaklıklarına yapışıp kalmıştı. Söylediklerime belki inanmayacaksınız, ama adamın ellerini parmaklıklardan kurtarabilmek için, her bir bacağına üç muhafızın asılması gerekmiÅŸti. Makul davranması için onu iknaya çabaladık. "Bak sevgili dostum, dedik, bize yaptığın ÅŸu eziyete bak!" Ama, gelin görün ki, adam bize kulak asmadı. Ah, ah, bize büyük sorun çıkarmıştı."Bir de baktım ki, avaz avaz gülüyorum. Herkes gülüyordu. Hapishane müdürü bile hoÅŸgörülü bir ifadeyle sırıttı. Gülerek, "Haydi hepiniz gelin de birer içki için" dedi. Arabada bir ÅŸiÅŸe viskim var. Hepimize yeter."Hapishanenin kocaman çift kapılarından geçip yola çıktık. "Bacaklarına asılmak ha?" dedi Burmalı bir hakim ve kahkahalarla boÄŸuldu. Hepimiz tekrar gülmeye baÅŸladık. O anda, Francis'in öyküsü olaÄŸanüstü komik gelmiÅŸti. Avrupalılar ve yerliler gayet dostane bir hava içinde, beraberce içki içtik. Ölen adam bizden sadece yüz metre uzaktaydı.(*) "The Collected Essays, Journalism and Letters of George ORWELL" G.Orwell'in DerlenmiÅŸ Denemeleri, Gazete Yazıları ve Mektupları Volume 1, An Age Like This, 1920-40 Cilt 1, Ä°ÅŸte Böyle Bir ÇaÄŸa 1920-40)Jülide ERGÃœDER - 17 Nisan 2000, Pazartesi Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!