Güncelleme Tarihi:
Hem meyve toplamada, hem de kasalara yerleştirilmesinde yamaklık yapmaya çalıştığım günlerde köpeklere karşı olan sevgim pekişmiş olmalı. Ama en çok sağımlık ineklere karşı duyarlıydım. Nedeni ise babamın bu sevginin oluşmasındaki katkısı idi.
İzmit’te, 1955 yılında rahmetli babam, ailecek ve komşuların yardımı ile kerpiç evimizi yapıp oraya taşındıktan sonra bir sarı inek almıştı. “Mısır cinsi ineğiniz var” diyen komşu çocuklarından öğrendim Sarıkız’ın cinsini. O dönemde en değerli inekmiş meğer. Fazla süt veriyormuş.
Şehrin göbeğinde değildik ama yakın yerdeki evimizin 500 metrekarelik alanında küçük bir de barınak (ahır) yapan babam ineği burada beslemeye başladı. Evin arka tepeleri boş olduğu için zaman zaman oraya salardık Sarıkızı. Sonra akşamları eve getirirdik.
Annem Sarkız’ın sütünü aldıktan sonra evimiz için ayırdığı sütle ayran yapar, yayıkta biriken tereyağları da ayrı kaplarda saklardı.
Açıkcası 2. Dünya Savaşı sonrası başlayan kıtlık, fakirlik ve çaresizlikle kıvranırken 4 kardeş annemin gayreti ile sağdığı ineğimizin sütünden gereken proteini alabiliyoduk.
Fazlasını ise komşulara satıyorduk, annem de bu parayla tuz, şeker gibi temel maddeleri temin edebiliyordu. Zaten sebze ve meyvelerin bir kısmını bahçemizde yetiştirirken, kışlık ihtiyaçların büyük bölümü Sapanca’dan geliyordu.
Yani ineğimiz “kutsanacak” değerdeydi bizler için.
Yıllık et ihtiyacını ancak Kurban Bayramında ortak kesilen hayvan etlerinden payımıza düşenle yetinmek zorundaydık. Öyle kasaba gidip et, kıyma alma imkanı olanların sayısı parmakla gösteriliyordu çünkü.
Tabii Sapanca’ya gittiğim yaz tatillerinde Güldibi Köyü’ndeki her cins hayvana içiçe yaşamanın yarattığı dünya bir başkaydı. Köpekler, inekler, atlar ve tavuklar. Tabii en çok tavuklar hoşumuza giderdi. Onların yumurtalarını beklemek, sonra alıp eve koşarak götürmek, sonra da yemek ayrı bir keyif verirdi sanırım.
Keyif biraz da hayvanların doğal ortamlarında yaşamasından kaynaklanıyordu. Ben her tür canlının kendi ortamında, serbest ve özgür yaşamasından yanayım. Köpeklerin de kedilerin de. Çünkü onların doğadaki işlevleri başka. Doğadaki yaşamları daha başka. Sınırsız alanlarda kendi yaşamları sürdürmeleri en güzeli ama kentleşmelerden sonra evcilleştirilen bu hayvanlarımızı korumak ve beslemek için ne yazık ki doğadan çok evlere hapsetmek zorunda kalıyoruz.
Sonra da herkesin kedi ve köpeği sevmesini bekliyoruz. Kedi köpek korkusu yaşayanlara, onlara yaklaşamayanlara son derece saygı duyarım. Ama onlara düşman askeriymiş gibi bakanlara, onların öldürülmesin isteyenlere ise inanılmaz kin beslemekten geri kalmam.
Bizim site bahçesinde gizliden gizliye beslemeye çalıştığımız kediler için de kural aynen geçerli. “Neden eve almayıp, bahçede beslemeye çalışıyorsunuz” diye soranlara cevabım şu: Kedileri seviyorum ama onların evlere kapatılması yerine eğer imkan varsa, doğada yaşamalarını sağlamanın daha vicdani bir tavır olduğunu düşünüyorum.
Bu düşüncem evde paylaşılmıyor, onu da ilerde dillendirmek niyetindeyim.
Sevmeyene zorla sevdiremeyiz ama hiç olmazsa çocuklara hayvan sevgisini aşılayabilmek için içimizdeki korkuyu bastırıp onları hayvanlarla kaynaştırmalıyız.
Bu sevgi önce aileden, sonra okuldan aktarılmalıdır diye düşünüyorum.
Acaba egoistce mi bir tavır mı bu? Göreceğiz.
Sevgiler,
Sezai