Oluşturulma Tarihi: Mayıs 25, 2008 00:00
Ece Temelkuran kitabı için Ermenilerle ilgili araştırma yapıyordu, karşısına büyük bir aşk çıktı.
Hrant Dink size Ermenilerle ilgili bir kitap yaz dediğinde "Bu konuda entelektüel bir endüstri var. Ben ona girmek istemiyorum" demiştiniz. Sonra ne değişti yazdınız bu kitabı?
- En önemlisi Hrant gitti. İkinci sebep de Oxford’a gitmek oldu. Çünkü oraya gidince bu konuda yaratılan entelektüel endüstrinin Türkiye’ye ait bir şey olduğunu gördüm. Oxford’da korunaklı bir baloncuğun içine giriyorsunuz ve hayata daha farklı ve soğukkanlı bakıyorsunuz. Türkiye’deki entelektüel ve siyasi terörü, ne büyük bir delilik içinde yaşadığınızı ancak gidince anlıyorsunuz. Oradayken "Ermenilerle ilgili bir şey yazıyorum başıma bir şey gelir mi?" ya da "Samimiyetimden şüphe ederler mi?" sorularından arındım. Bu sorular benim söyleyeceklerimi çok azaltıyormuş meğer.
Kitaba ben de bir çözüm üretebilirim fikriyle mi oturdunuz?
- Evet, sadece ben değil, biz, hepimiz bir çözüm üretebiliriz bu soruna. Çünkü sanıldığı gibi bir tarafta Ermeniler diğer tarafta Türkler yok. Kavga isteyen Ermenilerle kavga isteyen Türklerin sorunu bu. Bir de bu sorundan para ve kimlik kazanan insanlar var. Ben kendi milliyetçilikleriyle yüzleşme cesaretini gösteren Ermenileri ve Türkleri gösterebildiğimi düşünüyorum bu kitapta. O yüzden bu endüstrinin içinde bir çatlak açabildiğimi, daha doğrusu Hrant’ın açtığı çatlaktan ilerlediğimi düşünüyorum.
Kitabın ilk bölümünde Erivan’da yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Türk olduğunuzu söylediğinizde başınıza gelenleri. Soykırım Müzesi’nde görevli kadın yemekte "Siz kadeh kaldırırken ’Şerefe’ diyorsunuz. Tabii her toplum kendisinde eksik olan şeye kadeh kaldırır" dediğinde neden donup kaldınız?
- Gazeteci olunca böyle şeyleri kişiselleştirmemeyi öğreniyorsun. Bugüne kadar ’Türk’ olmamın negatif olarak algılandığı yerlerde bulundum, alışığım. O anda o kadının karşısında ve bütün bu kitap boyunca şu sorunun cevabını aradım: "Ben bir insan olarak Ermeni meselesi hakkında ne hissetmeliyim?" Ermeniler, bizim neden bu konuda hiçbir şey hissetmediğimizi, taş kesildiğimizi anlamıyor. Biz de neden 90 yıl önce olmuş bir olay için bir şey hissetmemiz gerektiğini anlamıyoruz. Sorunun özü bu aslında. 1915’te olanların adının ne olduğuna takılmak çözümü öldürüyor, kişisel hikayelerimizi eksiltiyor. Kitapta bizim bu konudaki duygumuzun ne olması gerektiğini sordum. O donup kalma, bu yolculuğun başlangıcıydı.
Buldunuz mu? Ne olmalı?
- Bu konuyu araştırmaya başladığımda hiçbir hissim yoktu. Bir insanlık trajedisi olarak diğer yazdığım trajediler gibiydi benim için. Ama Ermenilerin peşinden gitmeye devam ettikçe hissetmeye başladım. Hrant’ın ne hissettiğini anlamaya başladım sanırım: Ermeniler bir zamanlar bu ülkede yaşıyordu! Önemli olan bunu söyleyebilmek. Öldüklerini değil yaşadıklarını söylemek. Şimdi neredeler? Örneğin, İstanbul’da ve Doğu’da Ermenilerden kalan bu kadar bina var. Onlara bakıp merak etmemek çok acayip bir akıl tutulmasıdır. ’Error’ veren bilgisayar gibiyiz. Bu konuda düşünmemeye ve sorgulamamaya koşullanmışız. Bize bu öğretilmiş. Kitapta söylemek istediğim şey şu: Dünyada birtakım insanlar hálá kendilerini evsiz hissediyorlar işte. Evsizlik ne demek, bir gün canın istediğinde toprağına dönememek nasıl bir şeydir? Türkiye’deki okuyucular bunu anlasın istedim.
Bu araştırma için gittiğiniz yerlerden İstanbul’a dönerken "Ah ülkem ah, ne çok kalp gömülü kalbine" diye başlayan bir şefkat duygusuyla döndüğünüz anlaşılıyor kitapta. Ne tür bir şefkat bu?
- Ben de sen de bu ülkenin iyi zamanını görmedik. 1968 döneminin ruhunda "biz" duygusu vardı. Zorluklar yaşadılar ama inanılmaz mutluydular. Çünkü idealleri ve umutları vardı. Hasan Cemal’in Cumhuriyet’i Çok Sevmiştik kitabının sonunda bir fotoğraf var. Elinde taşra baskısıyla gazete balyalarının üstüne oturmuş. Yüzünde sıkıntılı bir ifade var. O günlerde kitapla ilgili bir yığın röportaj ve yazı yayınlanıyordu. Çoğu, o dönemin ne berbat olduğuna dair. Gidip ona sordum, o sırada ne hissediyordun, diye. Mutluydum, özlüyorum şimdi o zamanları dedi. Biz, "bizin" dağıldığı döneme, suçlu sendin, hayır sendin, kavgalarının yaşandığı döneme denk geldik. O yüzden bu ülkeye hep söylediğin o yazık oldu duygusuyla bakıyorum. Bu memlekete duyduğum merhamet "biz"ini kaybetmiş, kıvamını yitirmiş olmasından kaynaklanıyor.
Kahramanım, kocam, onunla ideal ilişkiyi yaşıyorum
Ermeni diasporasıyla konuşmak için Paris’tesiniz. Bir kafede röportaj yapıyorsınız veee kafenin önünden...
- Özgür geçiyor.
İlk o zaman karşılaştınız?
- Hayır tanıyordum az çok. Paris’e gitmeden oradaki arkadaşlarıma mail attım ben geliyorum diye. Özgür biliyordu yani Paris’te olduğumu.
Peki sonra nasıl buluştunuz?
- Özgür Paris’i çok iyi bilir. Yurttaş ve bana, çok güzel bir Paris turu yaptırdı. Üç gün boyunca uyumadık üçümüz de. Kitapta da var fotomuhabiri arkadaşım Yurttaş Tümer ve ben Lübnan, Kuzey Irak, Şemdinli bombası... Yorulmuştuk çok. Paris onların yanında iş bile sayılmaz gibi geliyordu bize. Hatta Patrick Deveciyan röportajına hiç uyumadan gittim. Satranç gibi röportaja uyumadan gidilir mi? Aşık olmuşuz demek ki!
O Paris turları sırasında mı başladı flört?
- Sabahlara kadar siyaset konuşmak flört sayılır mı? Bu konudan konuşmak da biraz tuhaf. Ama zaten olup biten her şey tuhaftı sanki. Olması gereken bir şey oluyormuş gibi...
Peki nesine aşık oldunuz?
- Özgür benim kahramanım. Bu yani... Hálá garip tınlıyor "eşim" deyince. Sanırım o bu hayatta bu kadar ışıklı kalabildiği için benim kahramanım. Olağanüstü bir zekası ve şiirli bir kavrayışı vardır. Ve evet, pek de yakışıklıdır kendisi. Ama sadece buna aşık olmuyorsun aslında. Birine, sendeki seni ortaya çıkarttığı için aşık oluyorsun. Sendeki hayatı yeniden başlattığı için. Uzun bir uykudan uyanmak gibi. O masallar doğru belki de. Uyuyan Güzel ya da canavarları öldüren prensler... Aslında hálá canavarları öldüren adamlara aşık oluyoruz. Bir kadının her zaman korkuları vardır, canavarları. O canavarları alt ediyorsa bir adam hayatının içine giriyor ve orada kalıyor. Uyanıyorsun bir bakıma. Benim için öyle oldu. Aşk, sonsuz ve derin bir uyanıklık haliydi.
Ona başka türlü bakmaya başladığınız an hangisiydi? Mesela kitapta yazmışsınız, bir yemekte çocukken Dartanyan’ı bir Ermeni zannettiğini anlatmış size. O an mı?
- Çok güzel bir hikaye o... 8 yaşındayken "Üç Silahşörleri" okuyup Dartanyan’ı bir Ermeni sanması ve çocuklukta hepimize öğretilen Ermeniler kötüdür cümlesinin anlamını Dartanyan’da araması. O hikayesi çok hoşuma gitmişti, evet. Çünkü bize başka bir halktan nefret etmemiz gerektiğinin nasıl öğretildiğini çok iyi anlatıyordu. Ama hayatta düşünen, yazıp çizen ve derdi tek taş yüzük olmayan her kadının kendine göre bir ilişki ideali vardır. Ben o ilişkiyi Özgür’le yaşayabileceğimi gördüm.
Neydi o ideal ilişki?
- Yanında kendim gibi olabileceğim bir adam gelecek mi? Geldi. Sevdiğin adamın ya da kadının sana yalan söylemesi kötüdür ama bence bir insanın kendine ihanet etmesi bundan daha beter bir şey. Onun bedelini ödemek çok daha zor. Kadınlar ya aldıkları eğitim, ya baba ya da anneden gördükleri yüzünden çoğu kez kendilerini kapatan adamları seçiyorlar. Sonra da hayatını o adama göre kurguluyor, kendini eksiltmek zorunda kalıyorlar. Çünkü kendin gibi olmana, rahat olmana izin veren adamlar, kıymetsiz bir kulüp gibi. Komedyen Groucho Marx’ın "Beni kabul eden kulübe neden girmek isteyeyim ki" sözünde olduğu gibi. Benim, asıl kıymetli olanın bana ben olmam için alan tanıyan adam olduğunu anlamam da zaman aldı tabii. İçinde kendi "evin" olan bir evlilik. Evliliğe inanmayan insanların evliliği denemesi devrimci bir şeydir bana sorarsan.
Özgür Mumcu, size ihtiyacınız olan alanı nasıl tanıyor? Nedir ilişkinizin dinamiği?
- Mesela önümüzdeki ay Arjantin’e gitmeyi istiyorsun. Ama otomatik olarak, "Acaba o nasıl gelir? İzni ne zamandı?" gibi sorularla boğuşmaya başlarsın. Bunu istemedim hiçbir zaman. Özgür’ün yanında "Ben hayatta ne yapmak istiyorum" sorusunu sorabilirim. Onunla biz iki hayatı tek bir hayata sığdırmaya çalışmıyoruz. İki hayatı tek bir hayat yapmak ikisini de çöpe atmak, harcamak gibi bir şey aslında. Her zaman için ben kimim, ne yapıyorum sorusunu engellemeyecek bir ilişki istedim. Benim kendi başıma yaşadığım hikayeyi çalmamalı bir ilişki. O zaman eksik kalırım, herkes kalır.
O hálá Paris’te değil mi? Her gün görüşmüyorsunuz normal çiftler gibi...
- Evet teknik olarak hayatımız bu tür bir ilişkiye çok uygun. O, Paris’te devletlerarası hukuk doktorası yapıyor. Ben son altı aydır Oxford’da çalışıyordum. Arada bir Paris’e gidiyorum. Dünyanın bir yerlerinde buluşuyoruz işte. Gayet de iyi. Bir sürü evi olan bir evlilik.
Birlikte bir eviniz yok mu?
- Henüz yok. Benim kendi evim var, onun kendi evi var İstanbul’da. Bu kitapta da ev ve evsizlik arasında gidip gelmeyi anlatmak istedim. Yaşadığımız bu hayat da etkili olmuştur herhalde. 1996’dan beri İstanbul’da yaşıyorum ve şu anda oturduğum ev onuncu evim olmalı. Fark ettim ki evlerim giderek küçülüyor. Mümkün olduğunca da az eşyam olsun istiyorum. Hiçbir tür eşyaya ayağım takılmasın, bağlanmayayım istiyorum. Öğreniyorsun, bir süre sonra evini içinde taşımayı öğreniyorsun.
Evlenme teklifi telefonda geldiğine göre seremoninin yüzük kısmından da mahrum kaldınız öyleyse...
- Yüzük yerine Özgür’ü verdiler, ne yüzüğü. Başka neye ihtiyacım var ki?! İkimiz de evlenecek insanlar değildik. Kürtlerle ilgili yazı dizisini yaparken Aysel Tuğluk şöyle dedi, büyük bir hayalkırıklığıyla: "Ben evleneceğinizi hiç düşünmemiştim..." Ama ben de Özgür’ün başıma gelmesini beklemiyordum. O kadar tuhaf tesadüfler ki... Kitapta bahsettiğim Efronia kitabını aldığım Paris’teki Samuelian kitapçısı Özgür’ün evinin karşısıymış mesela, sonradan öğrendim. O da benim "Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita" kitabının arkasındaki resmimi görüp "Bu kadınla bir gün birlikte olur muyum, acaba?" dermiş meğer. Birbirimizin etrafında çok dolaşmışız yani. Bir de 15 yıldır kadın gazeteci olarak uğradığım haksızlıklar o kadar dertliydi ki, bir gün çocuk yaparsam başıma gelecek daha büyük haksızlıkları göze alamadım belki de...
Nasıl yani?
- Ne zaman siyasetle ya da dinle ilgili bir şey yazsam saldırı noktası kadın olmam oluyor. Yalnız bir kadın olmam! Mesela Mümtazer Türköne, arkasından Ekrem Dumanlı, sonra Mehmet Kamış Zaman’daki köşelerinden bana saldırdılar. Orda da kalmıyor. Ertesi gün Vakit Gazetesi o yazılardan alıntı yapıp, poster gibi resmimi basıyor, hedef gösteriyor. Tercüman’ın "kanlı bayrak" olayından sonra manşetten resmimi koyması da var. Vesaire vesaire... Bunlara 15 yıl direndim. Benden daha iyi direnen varsa tebrik ediyor ve kendisine madalya verilmesini tavsiye ediyorum. Elbette Özgür’le bu yüzden evlenmedim. Ama evliliğe bir noktada, senin yanında olacak biri gibi de bakmaya başlıyorsun. Mesela telefonlarım dinleniyor, bunu çok iyi biliyorum. Tıkır tıkır sesler geliyor sürekli. Geçen gün artık kim dinliyorsa ona dedim ki "Kardeşim kocamla konuşuyorum. Gerçekten çok özel bir konuşma. Bir müsaade et!"
Peki Özgür ne diyor tüm bunlara?
- Ne desin? Korkuyor ve üzülüyor. Ne yapabilirsin ki? Bizim gibilerin yanında kim var? İktidar mı, silahlı güçler mi? Özgür’den çok annem korkuyor. Ben de dışardan durumu iyi idare ediyormuş gibi görünebilirim ama en yakın arkadaşım bana "Cesaretin beni korkutmaya başladı" dediğinde "Vay be ne cesurum" demiyorum. "Ben de mi korkmalıyım?" diyorum.
HRANT ÖLÜMÜYLE ORTAK ACIMIZ OLDUĞUNU İLK KEZ HİSSETTİRDİ
Beni Fransa ve ABD’de en çok üzen şey Hrant’ın ölümünün, 1915 üzerine kurulan, dini bir yanı da olan acı endüstrisinde bir cephane, taze yapı harcı olarak kullanılması oldu. Ama Hrant aynı zamanda Anadolu dışındaki Türk ve Ermeni diasporalarının ilk kez biraraya gelmesini de sağladı. Hrant’tan sonra onun için ağlamak bu meselenin çözümünü isteyen insanlar için bir işaret gibiydi. Hrant, 1915’te yaşananların ortak acımız olduğunu belki de ilk kez gerçekten hissettirdi insanlara.
ABD VE AVRUPA DİASPORALARI BİRBİRİNDEN ÇOK FARKLI
Diaspora dediğimizde yekpare bir şeyden söz edemeyiz. Avrupa diasporası ve ABD diasporası çok farklı. ABD coğrafi olarak o kadar uzak ki onlara taraflar arası diyalog dediğinizde şaka olarak alıyorlar. Ama bir yandan da hálá aralarında "Sen Kayserilisin ya da Harputlusun da ondan böyle konuşuyorsun" diyorlar. Gayet Amerikan aksanıyla konuşan ve puro içen adamların ağzından bunu duymak çok acayip. Toprağın gücü bu işte. Peşinden geliyor. Ermeni meselesine en sert bakan insanların bile bunu anlayabileceğini sanıyorum. Umuruyorum ya da.
HRANT DİNK’İN ÖLÜMÜNÜ UĞUR MUMCU’NUN OĞLU NASIL KARŞILAR?
Türkiye’de böyle cinayetler ilk kez yaşanmadı. Böyle suikastlar olduğunda geçmiştekileri düşünüyor bütün insanlar, hepsinin acısını üst üste koyup yaşıyorsun. Ülken için üzülüyorsun. Uğur Mumcu gibi gazetecilik yapan var mı? Hrant gibi konuşan çıkacak mı? Musa Anter’den sonra Kürt meselesi yön değiştirmedi mi? Bir adamı öldürmüyorlar. Onun temsil ettiklerini de yok ediyorlar.
Kürtlerin öfkesiyle Ermenilerin öfkesi arasındaki fark nedir?
Kürtlerle aynı toprakta yaşıyoruz. Ve bu ülkenin vahşet matematiğini her gün birlikte antreman ediyoruz. Vaktiyle Anadolu’dan kalkıp Fransa’ya ya da ABD’ye gitmiş Ermeniler ise hayatı Fransa’nın, ABD’nin onlara öğrettiği daha düşük şiddet eşiğiyle yaşıyor. O yüzden Kürtlerin öfkesi arkadaş öfkesi. Ermenilerinki birbirine ihanet etmiş kardeşlerin öfkesi. Kürtlerle bağırıp çağırırsın birbirine. Ermenilerle bunu yapamazsın.