Güncelleme Tarihi:
Gündüz Vassaf, birçokları için ‘90’ların başında yayınlanan ‘Cehenneme Övgü’ kitabının daha ilk sayfalarında bağlanıp peşine düştükleri bir yazar. Birçokları için Radikal Gazetesi’nde müptelası oldukları köşe yazılarının sahibi. Aynı zamanda, hiçbir zaman muayenehane açmamış, meslektaşlarının yanlış uygulamalarına karşı verdiği mücadele ile nam salmış ve mesleğinden asla para kazanmamış bir psikolog. Ama en çok ‘insan’...
Dayısı, Tan Gazetesi’nin sahibi Zekeriya Sertel. “Onların azmi yanında benim yaşadığım hayat utanç verici” dediği anne ve babası ise, birer psikiyatrist. Babası aynı zamanda Demokrat Parti Milletvekili olan dönemin ünlü psikiyatrı Ethem Vassaf. Bir de baba tarafından uzaktan bir akrabası var; Mustafa Kemal Atatürk...
Onu farklı dönemlerin simge fotoğraflarından birinde görebilirsiniz. Fransız fotoğrafçı Marc Riboud’un çektiği, 1967’de Washington’da Pentagon’a düzenlenen savaş karşıtı yürüyüşün o meşhur fotoğrafında, örneğin. Pentagon’u savunan askerin süngüsünün ucuna papatyayı yerleştiren çiçek çocuklardan birinin birkaç adım berisindeydi. 1977’deki kanlı 1 Mayıs’ın ertesi günü gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda da o vardı. Açılan ateşin şokuyla yere devrilmiş insanların arasında bir yerde. 12 Eylül’den sonra insan hakları ihlalleri için Türkiye’ye gelen Harold Pinter ve Arthur Miller’ı karşılayan da oydu. Aynı gün ona İngilizcesi iyi bir genç yazar eşlik ediyordu: Orhan Pamuk.
ÖNEMLİ OLAN GÜNDÜZÜ AYDINLATMAK
Kürşad Oğuz Gündüz Vassaf’la 90’ların başında ‘Cehenneme Övgü’ kitabıyla tanıştı. Diğer kitaplarını da merakla bekledi, okudu. Gazetecilik mesleği ona, 90’ların sonunda Gündüz Vassaf’la tanışma fırsatı sundu. Birkaç kez kitaplarıyla ilgili söyleşi yaptı, çeşitli yerlerde yayımladı. Ama hep aklında daha uzun soluklu bir çalışma vardı.
Bu kitabın çalışmalarına 2010 Ağustosu’nda başladılar. Sedef Adası’nda ve Gümüşsuyu’nda 14 ayrı günde yaklaşık 40 saat konuştular. Vassaf’ın hayat hikâyesiyle başladılar sohbete, oradan bugüne geldiler, sonra da geleceğe uzandılar. Adını da Kürşad Oğuz’un önerisiyle, ‘Gündüz Feneri’ koydular. Oğuz, bu ismin hikâyesini şöyle anlatıyor:
“Geceyi ondan karanlık olmayan her şey aydınlatabilir. Önemli olan gündüz aydınlatmak. Gündüz Bey, kendi doğrusunu bildiği gibi söylüyor, genelgeçer kavramlara, akımlara kapılmıyor. Bu yüzden kitaba ‘Gündüz Feneri’ ismini koyduk. Ayrıca bu tamlamanın pejoratif bir anlamı da var. Türkçede siyahilere ‘gündüz feneri’ yakıştırması yapılır. İkimiz de bu tür klişelerin insanlar arasındaki iletişimi sekteye uğrattığını düşünüyoruz. Gündüz Bey, ABD’de doğmuş ve yaşamış biri olarak ‘zenci’ diyor işte, düşünün.”
SEVİŞİRKEN CİNSELLİĞİ REDDEDENLERİ DE DÜŞÜNÜYORUM
Gündüz Vassaf; aydın, entelektüel, idealist, mücadeleci ya da direnişçi, hiçbir sıfatı yakıştıramıyor kendisine. Kürşad Oğuz, kitabın Önsöz’ünde onu en iyi şekilde özetleyecek yakıştırmayı buluyor belki de: “Don Kişot’luk” Çünkü Oğuz’a göre, “kaybedeceğini bile bile doğrusunu savunmaya devam eden, aforoz edileceğini bile bile dünya yuvarlaktır diyen biri o.”
Gündüz Vassaf’a “Ne diyorsunuz bu işe” diye sorduğumuzda, bakın neler söylüyor:
“Don Kişot’un karşılaştıklarını anlamayan, onunla alay eden insanları ben de tanıdım, tanıyorum. Ama ben ne kadar Don Kişot’um, bilmiyorum. Şöyle ya da böyle düşünmemin zamanı, yeri olmadığını hissetirenler beni daha da derinlemesine düşünmeye itiyor. Zaman zaman da olsa türümüzü bütün boyutlarıyla algılarken bulabiliyorum kendimi. Örneğin sevişirken, İsa Musa uğruna cinsel ilişkiyi reddeden ilk Hıristiyanları düşündüğüm bile oldu.”
HER YIL BİR AY BİR BAŞKA DİYARDA
Yazara 40 saatlik sohbetin ardından kitabı eline aldığında ilk aklına geleni sorduğumuzda “Hayat bitti zannettim” diyor: “Düşündüğüm her şeyi, yaşadığım birçok şeyi söyledim. Ve her şey bitti. Sanki ölmüşüm de, üzerime mezar taşı olmuş bu kitap. Bundan sonraki yaşamım hep tekrar olacakmış gibi geldi bana. Sonra her yıl bir ay, daha önce gitmediğim bir yerde ve dillerini bilmediğim, hiç tanımadığım insanlar arasında yaşamaya karar verdim. Birleşmiş Milletler Gönüllü Teşkilatı’na başvurdum. Hâlâ cevap gelmedi. Yeniden başlamak istedim hayata. Şimdi Mostar’a gidiyorum. Orada yeniden dünyayla ve kendimle tanışacağım belki de.”
KİTAPLARIM BASILMASA DA OLURDU
Bütün kitaplarımı iyi ki yazdım. Çünkü yazarken zaman duruyor, kapılıp gidiyorsun. Basılmasa da olurdu belki. Kitabın basılması insana bir şevk veriyor. Ama kötü bir şevk bu belki. Genç bir şair Rilke’ye mektup yazıyor, şair olmak istiyorum ne yapmalıyım diye. Kendini tutamıyorsan zaten yazarsın diyor Rilke de. Ben de kendimi tutamadığım için yazıyorum... Şimdi yine sonbahar geldi işte. Sedef Adası boşaldı artık. Yazmak için ideal bir zaman. Gündüz vakti, dışarıda güneş falan... Ama ne fark eder? Yaşa, sade yaşa!
68 KUŞAĞI RED ÜZERİNE KURULUYDU
“Hiçbir zaman bir misyon uğruna hareket ettiğimi zannetmiyorum. Benim kuşağım, yani ‘68 kuşağı bir red üzerine kuruluydu, istek üzerine değil. Olanı reddettik biz. Meslek sahibi olmayı, mesela. Hiçbir zaman seçmedim ne yapacağımı. Kendiliğinden oldu her şey. Üniversitede psikoloji okudum; çünkü annem ve babam psikiyatristlerdi. Ben de birden psikolog olmuş oldum. Yani, her şey tesadüflere bağlı gelişti. O yüzden anne ve babam için ‘Onların azmi yanında benim yaşadığım hayat utanç verici’ diyorum. Anne veya babamın canım sıkılıyor dediğini hiç hatırlamıyorum. Zaten bu laf insanın kendisine hakareti sayılır. Benim canım sıkıldığı olmasa bile, ne için yaşadığım ve kim olduğumla ilgili depresyona girdiğim olmuştur. Çok daha zengin olabilirdi hayat, azim dolu olsaydı.”
KİTAPTAN
BABAMIN SEVGİSİNDEN KURTULMAK İSTEDİM
“Hep sevgi. Babamla hatırladığım hep sevgi. Sonsuz bir sevgi. Hatta öyle ki bu sevgiden kurtulmak istedim. Öleceğini düşünüyordum zaten. Babam ölürse, Orta Asya’daki özgür, sahiplenilmemiş yılkı atları gibi dağ bayır koşacağımı hissederdim. Babam öldüğünde ben de yılkı olacağım diye... İki şey oldu babam öldükten sonra. Altı ay içinde saçlarımın yarısı döküldü belki ama aynı zamanda özgür hissettim kendimi. O sevgiden özgürleşmiş hissettim, çünkü sevgi de boğabiliyor.”
TÜRKİYE HEP BİR KORKU TOPLUMUYDU
“En azından benim yaşadığım dönemlerde Türkiye’nin hep bir korku toplumu olduğunu hissettim. Darbe rejimlerinde bu, korku imparatorluğu düzeyine varıyor. Daha önce söyledim, babam Adnan Menderes’in Aydın’dan çocukluk arkadaşı, Demokrat Parti’de birlikteler. 27 Mayıs 1960’ta darbe olduğunda biz ABD’deydik. Ertesi yıl başbakan ve iki bakan asıldı. Ben çocukken Adnan Bey’i tanımıştım, oğlu Aydın’la oynardık. O küçükken tanıdığım insanın asılmasıyla Türkiye korkulacak bir yer oldu benim için. ‘Tanıdığım insanı devlet asabilir’ düşüncesi uyandı...”
MEŞHURLUK TARİHE KARIŞACAK
“Andy Warhol ‘Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak’ demişti. Meşhur derken, hepimizin tanıyacağı bir meşhur. Sophia Loren, Obama gibi. Bu da bir tür totalitarizmdi. Düzenin duyurduğu meşhurlar. İnternet onu bitirecek, yani herkesin tek bir meşhuru olmayacak. Cemaatlerimizin birçok meşhuru olacak. Herkesin tek bir meşhurunun olması, eski dikdatörlük, krallık dönemlerinden kalma. Niçin meşhur, çünkü o hepimize meşhur edilen birisi, yazar, şarkıcı olarak... Bir sinema endüstrisi var, ancak o endüstriden, Hollywood veya Fransız sinemasından çıkabiliyor, herkesin tanıdığı bir meşhur oluyordun. Sen bu işleri kendin yaptıkça, film yapmak, kitap yayınlamak kolaylaştıkça meşhurlar çoğalacak. Çoğaldığı ölçüde de tanınmayacak. Hepimizin meşhurları ayrı olacak. Ben senin, sen benim meşhurumun adını bile duymamış olacağız. Zamanla meşhurluk da tarihe karışacak ilkel bir tapınma adeti olarak.”
İLK ÖPÜCÜK VE SABUN REKLAMLARI
İstanbul’da, Işık Lisesi’nde başladığı ilkokulun ilk gününde, en ön sırada oturuyor Gündüz Vassaf. Herkes teker teker ayağa kalkıp kendini sınıfa tanıtıyor. Onun önünde bir kız, ayakta, bir şeyler anlatıyor. Birden ayağa kalkıp kızı dudaklarından öpüveriyor. Bugün bunun sebebini sabun reklamlarına bağlıyor, Vassaf:
“Eskiden Hacı Şakir sabunları vardı... Ondan sonra büyük bir devrim oldu, Hacı Şakir’in üstüne Puro diye bir sabun çıktı. Şimdi Hacı Şakir temizliğin sabunu, temizlik imandan gelir gibi bir çağrışımı var. Adı nereden geldi bilmiyorum ama Puro daha çok Hollywood, güzel kadınlar, modern hayatla geldi. Güzel kadınlar da tabii Türk film yıldızları. Onların afişleri el ilanları gibi dağıtılırdı bu Puro’nun reklamlarında... Bana ilk nesne olarak dişiyi tanıtan, dişilerden hoşlandığımı hatırlatan, ‘Ben erkeğim, onlar dişi’ dedirten o tür reklamlardı. Neriman Köksal’ı hatırlıyorum. O bir film yıldızıydı, hafif dekolte bir kıyafeti vardı. Benim de küçük bir yazı masam vardı. Yazı masamın altında o resimlere bakardım, el ilanı sabun resimlerine. Daha sertleşme falan yok, adı seks değil, seksin ne olduğunu bilmiyorum. Bir dişi var orada benim hoşuma giden, cezbeden. Ve ona gizlice bakıyorum, masamın altına giriyorum. Kimseden gizli değil ama ben gizleniyorum.”
E-KİTABIN BÜYÜK TEHLİKESİ
“Google tabii ki en büyük sansür mekanizması. Yani kaynağı kim tutuyorsa elinde, o güce sahip... İncil’in 100 milyon kopyası var diyelim., biz kopyaları karşılaştırabiliyoruz ve hepsinde 2. sayfada 3. kelime aynıysa, tamam, kitap budur diyebiliyoruz. Diyemiyorum ki, sen bu kelimeyi değiştirdin, bastın kitabı; çünkü öbür kitaplar tanık doğruya. Kitap elektronik olunca ve elektronik basan tek firma olunca Google’ın gittiği yer gibi, kitaptan on cümle değiştirse, ben de eski kitabı saklamadıysam kâğıt olarak, kitabın değiştiğinin bile farkına varmayacağım. Bu büyük tehlike.”