Eskiden, Kayseri çarşısında, çaylakların ilk günü zor geçerdi. Çiçeği burnunda çırak, aniden ustasının şöyle bir isteğiyle karşı karşıya kalabilirdi çünkü; ‘’Hadi oğlum, git 25 kuruşluk minare gölgesi al da gel!’’ Usta, başka şeyler de isteyebilirdi; davul tozu, oyalama kağıdı ya da akıl defteri... Göz ucuyla da izlerdi onu... Eğer çocuk, koşa koşa gidip çarşıda gölge aramaya kalkışırsa, usta da er ya da geç yeni bir çırak bulması gerektiğini bilirdi. Ama eğer mantığını kullanır ve bütün saygısına rağmen ustasının bu isteğine karşı gelirse, o zaman usta, onun zekasına ve ticarete yatkınlığına güvenebileceğine, onu eğitebileceğine, dükkanı teslim edebileceğine ve hatta günün birinde hisse verebileceğine inanırdı.
Çocukluklarında, neredeyse hepsi bu sınavdan geçmiş olan Kayserili tüccarlar, Türkiye’nin dört bir yanında ün salmıştır. Çalışkan, becerikli ve dürüsttürler... Ticarete dair deyimler, fıkralar, hikayeler, hep onlara mal edilerek anlatılır. Derler ki ‘’Kayserili adamın teki bir eşek çalar, onu boyar ve tekrar sahibine satar.’’ Bu hikayenin daha acımasız bir versiyonu da var. ‘’Kayserili, anasını kaçırır, boyar ve babasına satar.’’ Kayserililer, bu denli abartılı bir mizaha konu olmaktan pek hoşlanmasalar da, ‘’Kayserili kurnazlığı’’nı kabullenmişlerdir. Kendilerini anlattıklarında da ticaretteki becerilerini ele verirler. Kayserili, akıllı oğlunu tüccar yapar, aptal oğlunu okuturmuş... Dünyanın neresinde para varsa, orada mutlaka bir Kayserili olurmuş... Kayserili ya alır satar, ya yapar satarmış...
GÖRÜNÜRDE ESKİ YA DA KÖHNE HİÇBİR ŞEY YOK
Geceyarısı, kente vardığımda, Sivas Caddesi’nin ışıl ışıl, geniş bulvarlarında ilerlerken, Kayserili tüccarların ününü çoktan duymuş, ancak böyle bir kent görmeyi ummamıştım. Tertemiz, ağaçlandırılmış, upuzun caddeler, yepyeni yüksek apartmanlar, geç saatlere kadar açık dükkanlar, restoranlar, pastaneler, kafeler, alışveriş merkezleri... Kentin kalbi ve tarihi merkezi Cumhuriyet Meydanı’na varıncaya dek, görünürde eski ya da köhne hiçbir şey yok. Sanki kent, bir önceki gece kurulmuş gibi. Görkemli Erciyes’i saymazsak, yokuşsuz, dümdüz, çarşaf gibi bir şehir. Bisikletle ulaşım, başka yerlerde rastlamadığım kadar yaygın. Sur kenarlarında, hanlarda, çarşılarda ya da resmi kurumlarda, park edilen bisikletler, bazen arabalardan fazla. Kayserili’ye sorsanız, kentinin ISO belgesi alabilecek kadar başarılı bir şehircilik anlayışına sahip olduğunu söyler.
Kayserililer’in, akıllarda yer eden, ticaretteki yetenekleri nedensiz değil. Genlerinde var. Atalarının kim olduklarını hatırlayın. Bundan 4000 yıl önce, bugün Kültepe olarak bilinen yerdeki Kaniş Karumu, Anadolu’nun en önemli ticaret merkeziydi. Mezopotamyalı tüccarların kurduğu ticaret örgütünün vazgeçilmez bir halkasıydı. Kaniş Krallığı’nın gözetimi altında, alışverişin demir yuvarlaklarla, kağıtlarla yapıldığı, uluslararası takasın gerçekleştiği capcanlı bir pazar yeriydi. Burada bulunan Anadolu’nun ilk yazılı belgeleri, bize ticareti anlatıyor. Zarflı Asurca tablet mektuplar, senetler, mühürler, Anadolu’daki yazılı hukuk sisteminin de sonunda yanıp kül olan bu kentte doğduğunu gösteriyor.
O zaman, böylesine bir ticaret geleneğini miras almış bir kentin zenginleşmesi o kadar da şaşırtıcı olmamalı. Öyle romantik bir kent değil Kayseri. Ayakları yere basıyor, ne istediğini biliyor; ‘’para, para, para.’’ Kayseri, Anadolu’da göç alan ender kentlerden. Orta Anadolu’nun başkenti gibi, çevre illeri besliyor. Her yıl yüzde 10 oranında göç alıyor. Yerli Kayserililer’in oranının da yüzde 10’a düştüğü söyleniyor. Eskiden olsa, Kayseri’nin yerlisi olmayana kız verilmez, ondan da kız alınmazmış. Şimdi durum farklı, tutucu olarak bilinen Kayserililer, bir ölçüde bu özelliklerinden vazgeçmiş gibi. Tüm zenginliğine rağmen, kentte bir gece hayatının eksikliğini çeken gençler, artık yarım saat mesafedeki Ürgüp’ün barlarına gidiyorlar.
Kayseri’de geçirdiğim birkaç günün sonunda, neredeyse çeşmelerinden para akacağına inanacak hale geliyorum. Kentte yakın bir zamanda, aynı anda 139 fabrikanın birden temeli atılmış. Guinness Rekorlar Kitabı’na başvurulmuş ama böyle bir kategori olmadığından geri çevrilmiş.
Bin küsur kişiye hizmet verebilen kentin en köklü restoranı Elmacıoğlu İskender’de, Organize Sanayi Bölgesi Başkanı Ahmet Hasyüncü ile
yemek yiyoruz. Genç işadamları masaları doldurmuş, yemek boyunca iş konuşuluyor, sonra purolar yakılıyor, şık hanımlar arkadaşlarıyla keyifle sohbet ediyorlar. Ahmet Bey, kentin karizmatik kişiliklerinden. Organize Sanayi Bölgesi’nin, civardaki bölgelerle birleşip, 30 milyon metrekare gibi inanılması güç bir büyüklüğe erişmesinden gurur duyuyor: ‘’Kayserili zengindir ama müsrif değildir, birikimini ya gayrimenkule ya da sanayiye yatırır. Temkinlidir, hayal peşinde koşmaz, krizlerin altından rahatlıkla kalkabilir. Kayserili olup da aylak, işsiz, dilenci adam olmaz. Herkes bu kentte bir şekilde destek alacağını bilir. Bugün toplam sanayideki istihdam 90 bin kişiye ulaştı. Artık Kayseri’de üretilmeyen hiçbir şey yok.’’
ELIA KAZAN’IN ANNESİNİN DOĞDUĞU KÖY
Bir zamanlar, yazın göç edilen, zenginle fakirin komşu olduğu Talas’taki güzelim bağ evlerinin yerine dikilen villaların önünden geçip pahalı vitrinlerin sıralandığı Flamingo Yolu’na iniyorum. Talas’taki eski evlerin birçoğunun hazine bulmayı kafasına koymuş olanlar tarafından kazıldığı anlatılmıştı bana. Bazen dedelerinden kalma haritalarla gelenler, aradıklarını elleriyle koymuş gibi buluyorlarmış.
Eskiden Türk, Ermeni ve Rumlar’ın birlikte yaşadığı bir köy olan Germir’de, yaşam, Kayseri’dekinden çok farklı. Germir halkı köylerinin adının Konaklar olarak değiştirilmesini kabullenmemişler, hálá eski adı kullanıyorlar. Aynı zamanda burası, geçen yıl ölen ünlü Amerikalı yönetmen Elia Kazan’ın annesinin de doğduğu köy. Elia Kazan, hep Anadolulu olduğunu söylerdi. 427. Sokak’ta, kapısının üzerinde 1862 yazan İbrahim Akdağ, yönetmenin evi olarak, kayaların arasındaki yıkıntılardan birini işaret ediyor. Sonra kendi evine davet ediyor beni. Nişlerde, duvarlarda muhteşem resimler var. Geçmişteki Germir’in görkemli yaşantısını hatırlatan başka bir şey kalmamış belli ki. O güzelim Anadolu köyünü, geçmişin yıkıntıları arasında aramak insanı sarsıyor. Eski taş evler, ihtişamlı kiliseler, harap olduğundan tam tanımlayamadığım han ya da atölyeye benzer yapılar, Kayseri sokakları kadar bile bakım görmüyor.
Karşıda zirvesi bulutların içinde kaybolmuş Erciyes, tarlada pancar toplayan kadınlar. Şeker fabrikalarına kilosu 100 bin liradan verilse de bölgedeki en kárlı ürün yine pancar. Soğanlı’da ise kadınlar, Soğanlı bebekleri üretmeyi sürdürüyorlar. Rabiye Hanım bu ünlü bebeklerin doğuş hikayesini anlatıyor; ‘’Kardeşime, okulda el sanatları dersinde ‘evinizde bir şey yapıp getirin’ demişler. Annemin fikriymiş, oturup çaputtan bir bebek yapmış, gözlerini de kömürle çizmiş. Kardeşim okuldan dönerken, turistin biri bebeği çok beğenmiş elinden almış. O günden sonra herkes yapıp satmaya başladı.’’ Her kadının tezgahının üzerinde, kafasının şekline göre adlandırılan bebeklerden var; topak kafa, uzun kafa, gazoz kapağı kafa... Bir de ‘’gelin...’’
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM Kayseri’nin farklı yerlerinden Erciyes’i seyretmek
Gesi Bağları’ndaki kuş evlerinin içine girmek
Arkeoloji Müzesi’ndeki ilginç Kültepe buluntularını görmek
Kayseri’nin tarihi çarşılarını dolaşmak
Kent Müzesi’nde, kent hakkında bilmek istediğiniz her şeyi öğrenmek
Ağırnas, Germir ve Talas’ın dar sokaklarını ve kiliselerini gezmek
Erdemli Vadisi boyunca yürümek
Soğanlı Emek Pansiyon’da bir kaya oyuğu içinde gecelemek