Bu dünyadan Melek Kobra geçti

Güncelleme Tarihi:

Bu dünyadan Melek Kobra geçti
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 06, 2006 00:00

Uzun süredir, ünlü operet bestecisi ve emprezaryosu Muhlis Sabahattin Ezgi’nin hayatını araştıran Gökhan Akçura’nın, bu çalışmasına ara verdiren biri çıktı karşısına: Ezgi’nin kızı, ünlü dublaj yönetmeni ve oyuncu Ferdi Tayfur’un eşi, opera ve sinema sanatçısı, çok genç yaşında veremden ölen Melek Kobra.

Unutulmuş ya da hiç bilinmemiş 1915 doğumlu, güzeller güzeli Melek, kısacık hayatına pek çok şey sığdırmıştı. Akçura’nın hayatına yönelmesine, onunla ilgili bugüne kadar hiç günyüzüne çıkmamış bilgi ve malzemelere rastlaması neden oldu. Fotoğrafçı ve arşivci Cengiz Kahraman’ın getirdiği eskiciye terk edilmiş bu belgeler, Melek’in elyazısıyla doldurduğu ve hayatının son iki yılını kapsayan üç defterle yüzlerce fotoğraftı. Akçura’nın araştırmasını derinleştirerek ve defterleri üç uzmanın önüne koyarak yayına hazırladığı kitap, Alfa Yayınları’ndan Melek Kobra/Hatıratım adıyla piyasaya çıkıyor. Böylece Melek Kobra, Tiyatro Ansiklopedisi’nde, "Muhlis Sabahattin’in kızı, Ferdi Tayfur’la olan evliliğinden dolayı Melek Tayfur olarak da bilinir, operetlerde ve filmlerde rol almış ve 1939 yılında çok genç bir yaşta ölmüş" gibi üç dört satıra sığmaktan kurtulacak ve 67 yıl sonra, hak ettiği şekilde, Melek Kobra olarak aramıza dönecek. Kitaba paralel ve Melek Kobra’nın fotoğraflarından oluşan bir sergi de bir ay süreyle İstanbul Beyoğlu’ndaki Kaktüs Kafe’de açık kalacak.

Melek Kobra, Muhlis Sabahattin’in kısa süre evli kaldığı Seniye Hanım’dan olan kızıdır. Annesi de Melek gibi günlük yazmış, nasıl ayrıldıkları orada şöyle anlatılır: "3 Temmuz 1918. Bu akşam Muhlis yine gelmedi. Artık aşkıma da kalbime de lanet ediyorum. Artık ayrı yaşamaya karar veriyorum. Yavrumu alıp ruhuma sükûnet vermek için bir yuvaya çekilip yalnız yaşayacağım. Tá ki, Muhlis nedamet edinceye kadar."

Birkaç gün sonraki satırlardan, bu ilişkinin sürmesine engel olanın, Muhlis Sabahattin’in müflis yaşamı ve kumar tutkusu olduğu anlaşılır: "7 Temmuz 1918. Bugün ikiyüz yirmi liraya canım gibi sakladığım piyano satıldı. Muhlis’in uğruna o da gitti. Gece Muhlis gelmedi."

Muhlis Sabahattin, Tokatlıyan Oteli’nde kalır, parası oldukça eve birkaç lira yollar. Kızı Melek de bazı cumartesileri babasının yanına gider, böyle büyür. 15 yaşındayken Cumhuriyet Gazetesi’nin güzellik yarışmasına katılan Melek, 13. seçilir (Bir yıl sonra da güzellik yarışmasına girecek, orada kuzeni Keriman Halis birinci olacaktır). Ancak sinema ve tiyatro çevresinde büyüdüğü için, asıl kariyerini orada yapar: 5 Ağustos 1931 günü Muhlis Sabahattin’in Çocukları topluluğuyla ilk kez sahneye ve ardından turneye çıkar. Samsun’da oynanan "Kısır Paşa", Trabzon’da oynanan "Asaletmeap" adlı oyunların kadrosundadır. Bu oyunların başrolünde, Süreyya Opereti’nin primadonnası, Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah vardır. O da Melek gibi genç yaşında ölecektir.

MUHSİN ERTUĞRUL ÇEKTİ NAZIM YAZDI, O OYNADI

Muhlis Sabahattin 1932 yılından itibaren, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği filmlerin müziklerini yapmaya başlar. Melek de bu filmlerde rol alır. İlki 1933 tarihli "Söz Bir Allah Bir"dir. Filmi Muhsin Ertuğrul yönetmiş, müziklerini babası yapmıştır, senaryo imzası ise Nazım Hikmet’e aittir. Oyuncular, Hazım, Vasfi Rıza, Cahide gibi isimlerdir. Eşi Ferdi Tayfur’la, "Milyon Avcıları" adlı filmin çekimi sırasında tanışacaktır. Dönemin en ünlü sinemacısı olan Tayfur, ne yazık ki uyuşturucu müptelasıdır. Melek’i de alıştırdığı söylenir. Ondan neden ve ne zaman ayrıldığı belirsizdir ancak hastalanana kadar hayatına başka erkeklerin girmiş olması da kuvvetle muhtemeldir.

1935 yılında, 20 yaşındaki Melek, yine babasının operet topluluğundadır. Ünlü Ayşe Opereti’nin İsmail Dümbüllü, Fahri Gülünç, Celal Sururi, İrma Toto, (rejisör) Lütfullah Sururi gibi ünlü isimleri arasındadır. Ayşe rolünü başarıyla oynar ve bu en sevdiği rolü olur. Darülbedayi’ye (İstanbul Şehir Tiyatrosu) girer. Pek çok oyunda rol alır. Vasfi Rıza Zobu’nun "güzel, zeki, neşeli ve tiyatroculuğa uyan büyük bir yetenekle doğmuş bir varlık" olarak tarif ettiği Melek, bir gün Kral Lear’da oynarken kan kusar. Veremdir. Artık sahneye çıkamaz olur. 1939 yılının sonunda ölür.

ÖLMEKTE OLAN BİRİNİN GÜNLÜKLERİ

Gökhan Akçura’nın isteğiyle Melek Kobra’nın günlüklerini edebi açıdan inceleyen Serhan Ada, üç defterin hasta bir genç kadının hayatından, tutkusundan, özentilerinden, düşünce ve ıstıraplarından kesitler içerdiğini belirtiyor. 

Birinci defter: Çamlıca’daki büyük evde yapılan her bir işi, her ziyareti, kaçırmadan saatiyle not etmiş. Komşuların gidip gelmeleri, kadınların aralarındaki küçük çekişme ve dedikodular... Aynı defterde, eski kocasına olan tutkusu da görünüyor. Ama erkekleri bir tane değil. Arada ziyaretine gelen ve mali yönden ona destek olduğu hissedilen dostu ve zaman zaman günlüğüne göz kırparak beğendiğini itiraf ettiği diğerleri de var.

 İkinci defter: İki kez ameliyat olduğu Cerrahpaşa Hastanesi’yle açılıyor. 1938’in noeliyle: "... Bu akşam hastalar benim odamda toplandılar. Bir hayli beni eğlendirdikten sonra herkes odasına çekildi. Şimdi etrafta çıt yok. Sanki ağır bir nikab (eldiven) gibi giymiş sessizliği koca hastahane... Yalnız dışarı koğuşlardan arasıra duyulan kesik öksürük sesleri, işte o kadar. Karşıki lavabonun musluğundan damlayan su sesi beni bazen daldığım rüyadan uyandırıyor. Düşünüyorum. Evet şimdi eğlenen, içen, gülen, coşan bir kitleyi düşünüyorum. Of ne dayanılmaz bir zevk alemidir şimdi Beyoğlu... Sürükleyici bir cazbandın tatlı müziği ile dönen bir kitle, içilen bir tek içkinin tesiriyle süzülen gözler. Dönen başlar, dolaşan ayaklarla gülen, mütemadiyen gülen bir kitle. Ziynet ve muhteşem tuvaletleriyle gökteki yıldızlar gibi parlaşan kadınlar. Kolalı yakalarını bozmamak için tahta bir manken gibi dikleşen parlak saçlı erkekler. Bir haftadan beri herhangi bir makyör tarafından zorla gerilip, binbir itina ile boyanan ihtiyarlar. Birer biblo kadar zarif, ince genç kızlar... Ve sonra hastalar. Ne acı tezat değil mi? .."

 Üçüncü defter: Bir ölüm yolcusunun şiirleri... Ve bir hesap kapatma çabası. Yazılarında tarifsiz bir keder var. "Artık kafam da düşünmekten yoruldu. İhtiraslarım küllendi, eski ateşi yok artık... Eski Melek’i gömdüm. Fakat bu yeni Melek hoşuma gitmiyor değil. Daha olgun ve daha hassas. Yalnız eski ateşimden çok kaybettim, şimdi küllü bir kıvılcım gibiyim. Yalnız kendimi sevgiye karşı çok zayıf ve iradesiz buluyorum. İçimde haris bir sevgi ihtiyacı var. İşte bende ölmeyen taraf!"

DEFTERİN SON SAYFASI

Haydi Allah’a ısmarladık

13 Kasım 1939. Bu gün bayram. Böyle günlerde insanlara karşı kinim daha ziyade artıyor. Dünya’dan yavaş yavaş çekiliyorum artık. Buradakilerle arama bir yabancılık girdi, ben daha ziyade öbür tarafa ait oluyorum. Arkamda bırakacağım şeylerin hiçbiri bana ölümü korkunç gösterecek kadar mühim değil. Bütün bağlarımdan o kadar temiz sıyrıldım ki... Sáde anam! Bazen ona çok acıyorum. Beni bir parça daha karşısında görebilmek için çırpınıyor, didiniyor. Sanki Azraille yarışacakmış. İşte o kadına acıyorum. Buradakiler canımı çok yaktılar. Belki oradakiler daha insaflı çıkar. Hani ya nerede? Neredesin? İnsaniyetin ádil davulu. Biraz da benim kapımda çalsana. Sesini biraz da ben duyayım. Ama dur, senden intikamı iyi alacağım. Öldükten sonra da benimle uğraşamazsın ya. Orada maddiyet yok hakikat var. Kalp yok ruh var. Orada ben hakimim. Biz...biz ölüler... Etsiz kemikler. Orada da benimle uğraşmayacaksın ya. Sen dünya denen o iğneli fıçıda yaşamaya mahkumsun. O iğneli fıçıda ki benim kilolarla kanımı emdiler. Haydi Allah’a ısmarladık, görüşürüz.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!