Güncelleme Tarihi:
Bu kez galeri mekânını iki parçaya ayırarak, çok katmanlı biçimde işleyen bir ikilikler evreni yaratıyor. Sarkis’le, sergi açılışının heyecanını yaşarken buluştuk ve sohbete koyulduk.
Yıllardır Paris’te yaşayan Sarkis, bugün 75 yaşında. Türkiye’de çağdaş sanatın öncülerinden olduğu şüphe götürmez bir kanı. Ürettiği yapıtlarla her daim adından söz ettirdi. Genç kuşaklarsa onu daha ziyade 2009’da İstanbul Modern’de açılan retrospektif sergisi ve aynı yıl, çocuklarla Akbank Sanat’ta gerçekleştirdiği ‘Sarkis Su İçinde Suluboya’ atölye çalışmalarından tanıyor. Yapıtları son olarak İstanbul Modern’de geçen mayıs ayında sona eren ‘Modernlik? Türkiye ve Fransa’dan Manzaralar’ sergisinde gösterildi. Son dönemdeyse sanatçı, satışa çıkarılan Santralistanbul Koleksiyonu’na evvelden hediye ettiği, aslında tek yapıt olmasına karşın üç parça halinde satılmak istenen eseriyle gündemdeydi.
RASTLANTI VAR AMA TEKRAR YOK
Galeri Manâ’nın iki katı vücudun sağ ve sol kolu gibi, iki parçası. Ben onun üzerinden gittim bu sergide. Bu iki mekân birbirine benziyor. İşte ‘İkiz’lik oradan geliyor. İlk katta bakıyorsun ki fotoğraflar yerden yükselmiş, tavana kadar çıkarak orada takılmış. Orada ilk katın yukarıda devamı olabileceği fikrini oluşturmak istiyorum. Sonra birtakım objeler görüyorsun. Yukarı çıktığında diyorsun ki bu aynı aşağıdaki sergiye benziyor. Ama birbirine benzeyen, aynı hiçbir eleman yok aslına bakarsan. Dünya kadar rastlantılar var iki kat arasında ama tekrar yok.
MÜZİK VE TİYATRONUN ROLÜ BÜYÜK
Bu sergide muhakkak ki tiyatro ve müziğin yeri büyük. Bir orkestradaki müzisyenlerin yerleşimini düşünün. Kemanlar solda, viyolalar sağda, kontrbaslar arkada, trambonlar daha arkada... Ama birtakım modern müzisyenler bunu yerleştirme kurallarını değiştirdiler. Dolayısıyla mekânı parçaladılar. Böylece birtakım sesleri bize daha çabuk gönderdiler. Bir okşama, sevme gibi bir şey yani bu. Bu sergide de o var işte. Mesela yansımalar var. Müzikte yansımaları sesle yapıyorsun. Buradaysa malzemeyle. Bu müthiş malzeme, yani bakır hem yansıyor hem kendi sıcaklığını veriyor.
YAŞ ALDIKÇA İÇGÜDÜM KUVVETLENDİ
Sadece düşünerek yerleştirmedim bu sergiyi. Çünkü yaşla birlikte içgüdü azalmaya başlıyor. Hiç korkum yok. O içgüdüler senin tecrübelerin, bilgilerin, felsefe, din bilgin ve edebiyatla harmanlanarak bir küre oluşturuyor. Sonra o küre içerisinde her biri birbirine çarpmaya başladığında doğuşlar başlıyor. Bu sergi de öyle doğdu zaten.
YAPITLARIM BİRBİRLERİYLE KONUŞUR
Bu sergide iki film var, bir tanesi 1997 tarihli. İki gün önce doğmuş bir işin yanında duruyor. John Cage’in müziği ise 1981 tarihli. O müziği 42 çan aracılığıyla, geçen sene ben icra ettirdim ki Cage’in müziği çanlarla yapılmış değildi. Bakın, 1981’den bugüne zıplayışlar var, tarihten zıplamalar. O zıplamalar yeni şekiller ve sözler doğuruyor. Beni ilgilendiren bu. Bir kuşu yakalamak istemek gibi. Ancak öldürürsen yakalayabilirsin, yoksa yakalayamazsın. Halbuki canlı bırakmak lazım. İşte bu benim hayatım. Paris’te oldukça geniş bir atölyem var. 1967’den bugüne kadarki işler hep beraber yaşarlar orada. Buradan şuraya döndüğünüz zaman 30 sene geçirebilirsin atölyemde. O yüzden koleksiyonunda benim işlerimden olan kişilerde bir değil birkaç işim vardır. Yapıtları birbirleriyle konuşturmaya çalışırlar. Değişik malzemeler, değişik teknikler var her birinde.
SERGİ AÇILIŞI RÜYALARIMA GİRDİ
Bu gece saat 03.00’te uyandım. Rüyamda sergi hakkında kötü konuşan birileriyle kavga etmeye başladım. Çünkü birtakım işler hakkında güzel konuşmuyorlardı. O yüzden sabah bir karış suratla geldim buraya, yarın da açılış var. Ama şimdi gülümsüyorum.
TAPINILACAK ŞEYLERİ SEVMEM
Kutsallığı, tapınılacak şeyleri sevmem. Hiçbir dine bağlı değilim. Küçükken bizim aile beni Ermeni Okulu’nda haşarılık yaptığım için Fransız Okulu’na soktu. 16 yaşıma kadar rahipler her gün kiliseye sokup çıkardılar beni. Ama 17 veya 18 yaşında o duygular yok olmaya başladı bende. Şimdi tabii ki dine karşı değilim. Ama dinle yaşamıyorum. Beckett’i okumam veya Beckett’in bir icrasını seyretmem benim için en büyük ayinlerden biri. Bir konserde John Cage’i dinlemem de öyle. Tabii bu hayata büyük bir açıklık getiriyor. Her birinden besleniyorsun. Bu sergide hepsi var. Bu sayede sonsuzluğa doğru açılabiliyor. Zaten bellekte neler kalıyor ve onlar nasıl şekillenmek istiyor, bunlar çok önemli. İşte sanatçılık da o noktada ortaya çıkıyor.
HER RENGİN BİR AURASI VAR
Hayret bir şey, Afrika sanatı bugüne kadar Türkiye’ye girmiş değil. Picasso ‘Mademoiselle D’Avignon’ tablosunda resmen etkilenmiştir ondan ama formel bir şekilde. Bendeki etkiyse daha çok bir şeyi yerinden çekip koparmak gibi. Bu tamamen kolonyalistlerin tavrı tabii. Bu kolonyanist tavır Türkiye’den dünyanın eserini kopup götürdü. Berlin’deki Bergama Müzesi bizden alınan mallarla dolu. Müzelerin alıp doldurma tavrına çok karşıyımdır. Benim ilgilendiğim, o eserlerin halen nasıl yaşadığı. Bu sergide de voodoo heykelleri var mesela. Onlar da Afrika ayinlerinden bir parça. O objelerle büyüler falan yapıyorlar. Ben o eserleri nasıl kurtarmaya ve yaşatmaya çalıştığımı anlatmak istiyorum. Mesela o voodoo heykellerini bir kâğıdın üzerine çizdim. O heykellerinden taşan bir büyü, bir enerji var. Onları yağlıboyayla kâğıt üzerine resmettiğin zaman kâğıt yağlıboyanın yağını çekiyor boya dağılmaya başlıyor. Ben sadece ressam olan bir sanatçı değilim. Fakat söyleyebilirim ki, bunu daha önce hiçbir ressam yapmamış, hayret verici. Halbuki her rengin bir aurası olduğunu gösteriyor.