Boşvermenin keyfini Jamaika’da yaşayın

Güncelleme Tarihi:

Boşvermenin keyfini Jamaika’da yaşayın
Oluşturulma Tarihi: Mart 21, 2011 00:00

Karayip Denizi’nin ortasındaki cenneti anlatmak için esrarlı sigarayı, Bob Marley’i, Reggae müziğini, turkuVaz denizi, bembeyaz kumları ve dünya güzeli kızları arka arkaya sıralamak lazım. Ama tüm bu büyüleyici güzelliklerin ardındaki diz boyu yoksulluğu da unutmamak gerekir.

Haberin Devamı

İstanbul-Paris, Paris-Miami, Miami-Montego Bay... İn kalklar, havaalarında beklemelerle birlikte İstanbul’dan Jamaika’ya ulaşmam tam 23 saat tutmuştu. Daha baharın başıydı ama uçaktan indiğimde bir fırının önündeymişim hissine kapıldım. Hava bunaltacak kadar sıcaktı. Oysa, saat gece yarısına yaklaşmıştı. Bavulumu beklerken aklıma bir sürü soru üşüşmüştü: Karanlığı ısıtan neydi? Güneş olmadan hava bu kadar nasıl sıcak olabilirdi? Mart başında kulakları sağır edercesine öten bu yaratıklar ağustos böceği miydi? Martta öten böceğe, Jamaika’da ağustos böceği mi diyorlardı?
Bavulumu beklerken terden sırılsıklam olmuştum. Daha seyahatimin başında omuzlarıma bir bezginlik oturmuştu. Jamaika’yı seçmekle hata mı etmiştim acaba? Bavulumu aldıktan sonra, beni otele götürecek bir aracın gelmesini beklemek için alçakça bir duvarın üstüne oturmuştum. Daha etrafa göz atma fırsatını bulamamıştım ki, yanıma gençten bir çocuk yanaşmıştı:
- Jamaika’ya hoş geldiniz.
- Hoş bulduk.
- Ot ister misiniz? Çok kaliteli otlarım var.
- Ne otu?
Genç adam, bu sorum karşısında oldukça şaşırmıştı. Daha sonra, parmaklarının arasındaki hayali sigarayı dudaklarına götürüp, derin bir nefes çekti:
- Basbayağı ot işte. İçinde karışık bir şey yok. İlk dumanda tüm dertlerini unutursun!
Otun ne anlama geldiğini biliyordum ama, ülkeye adımımı atar atmaz bir uyuşturucu pazarlığının içinde yer alacağımı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. İlk şaşkınlığımı üstümden attıktan sonra satıcıyı yanıtladım:
- Teşekkür ederim. Ben kurudan çok suludan yanayım. Yani içkiyi tercih ederim.
- Hey man. Aptal mısın! İçki çok zararlıdır. Benim doktorum ot içmeyi öneriyor.

GANJA OTU

Adam yapışıp kalmıştı. Sinirlenmemek için olağanüstü bir gayret sarf ediyordum. Çünkü uçakta dağıtılan, Jamaika Turizm Bakanlığı’nın bastırdığı kitapçıkta şunlar yazıyordu: “Eğer birisi size uyuşturucu satmak isterse, sakın kabalaşmayın. Gülümseyin ve kibarca istemediğinizi söyleyin.” Aynen öyle yaptım. Dudaklarıma anlamsız bir gülümseme oturtup, ot istemediğimi tekrar tekrar söyledim. Benden umudunu kesen satıcı, yalpalaya yalpalaya diğer gruba doğru koşturdu.
Ülkeye ayak basar basmaz bir “ot” satıcısı ile karşılaşmayı garipsemiştim ama bu Jamaika için olağan bir şeydi. Burada otsuz bir yaşam düşünülemezdi. Adada yaygın ve saygın olan Rastafari inanışına göre, Ganja otu (esrar yapımında kullanılan Hint Keneviri), Tanrının insana gönderdiği bir nimetti. Bu otun sağladığı duman, bilinçaltına uzanıp, insanı tanrıya yaklaştırıyordu. Rastalar yılda birkaç kez, bu otun serbestçe kullanılması için yürüyüşler ve gösteriler düzenliyorlardı. Sıcağa, yoksulluğa ve yaşamın diğer zorluklarına Ganja Otu sayesinde dayanabiliyorlardı.
Havaalanından, kalacağım Negril Plajlarına uzanan, dar ve virajlı yolda öylesine hızlı gidiyorduk ki anlatamam. Külüstür minibüsün arka sıralarına oturmuş, önümdeki koltuğun demirlerini iki elimle sıkı sıkıya kavramıştım. Sıcak bir yandan, korku diğer yandan, terden sırılsıklam olmuştum. Araçta benden başka iki kişi daha vardı. Biri elindeki kola şişesine başka bir şişeden rom dolduruyor, diğeri ise büyük bir olasılıkla esrar içiyordu. Şoförle koyu bir sohbete dalmışlardı. Sonuna kadar açılmış radyodan yayılan reggae şarkıları bile korkuma derman olamıyordu. Zifiri karanlık yolda kaza kaçınılmazdı. Yüzümü kızartıp, önümdeki yolcudan biraz rom istedim. Bu korkuyu yenebilmek için biraz kafayı bulmam gerekiyordu. Yol arkadaşımın uzattığı şişeyi ağzıma dikip, büyükçe bir yudum aldım. Birden ağzımla midem arasındaki tüm bölgenin alev alev yandığını sandım.

Haberin Devamı

Boşvermenin keyfini Jamaika’da yaşayın


GECELER TEHLİKELİ

Otele geldiğimde vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Ağustos böceklerinin, yeri göğü inleten cızırtıları arasında sürünerek odama çıktım ve yatağımın üstüne kalıp gibi düştüm.
Karayip Denizi’nin en büyük adalarından biri olan Jamaika, şeker kamışı tarlaları, muz ağaçları ve diğer tropik ağaçlarla kaplı bir “orman ada”ydı. Adada iki önemli kent vardı: Montego Bay ve Kingston. Diğer yerleşim yerleri, ormanların arasında kaybolmuş olan, çoğu İngiliz ismi taşıyan küçük kasabalardı. Gündüz saatlerinde, beyaz renkli turistler için pek tehlike yoktu. Ama karanlık bastırdıktan sonra, başta başkent Kingston olmak üzere, kentler ve kasabalar gezginler için oldukça riskli hale geliyordu.
Bir keresinde, Montego Bay’de fazla oyalanmış, dönüşüm karanlığa kalmıştı. Şoförüm, arabanın kapılarını kilitledi, beni arka koltuğa yatırıp, üstümü bir battaniye ile örttü ve hiç frene basmadan bütün hızıyla Negril plajlarındaki otele götürdü. Otelin kapısında şoförle aramızda şu konuşma geçti:
- Beni görselerdi ne yaparlardı..?
- Her şeyini aldıktan sonra gırtlağını keserlerdi..
- Ya seni..?
- Ben sıkı bir dayakla paçayı kurtarırdım..
Dünyada kişi başına en çok cinayet işlenen Jamaika’da, o günden sonra hava karadıktan sonra otelimden dışarı adımımı atmadım.
Kaldığım otel, Jamaika’nın turistik sahillerinden birindeydi. Adanın kuzey batısında yer alan Montega Bay, Negril ve Ocho Rios’ta tüm yaşantı turistlere göre düzenlenmişti. Onun için gerçek ada yaşamını görmenin pek olanağı yoktu. Çevredeki görüntülerde tatlı bir hayat yansıtılıyordu. Güzel kızlar, müzik, rom ve dans.
Tabii denizi ve uçsuz bucaksız kumsalı da unutmamak gerekiyordu. Jamaika’nın denizi, bugüne kadar kulaç attığım denizlerin en güzeliydi. Turkuvaz renkli, beyaz kumlu deniz öylesine tahrik ediciydi ki, insan içinden çıkmak istemiyordu. Yüzmediğim zamanlarda da, ya onun kıyısında ki muz ağaçlarının gölgesinde oturup ufka dalıyor, ya da şıpırtı seslerine kulak verip uyuyordum. Güneşi batırmadan, deniz kıyısından ayrılmak içimden gelmiyordu. Yani deniz, yanından hiç ayrılmak istemediğim bir sevgili gibiydi.

NEŞENİN GİZİ

Benim anlattıklarım, turistler için hazırlanmış Jamaika’dan görüntülerdi. Gündüz saatlerinde, rehber eşliğimde yaptığım gezilerde ise başka bir ülkeyi görüyordum. Bu görüntünün baş köşesinde koyu bir yoksulluk vardı. Bu yemyeşil cennetin derinliklerine gizlenmiş köylerde yaşayanlar hakkında hiçbir turizm broşüründe bilgi verilmiyordu.
1655 yılında adayı işgal eden İngilizler’in, ağır işlerde çalıştırmak üzere Afrika’dan getirdikleri köleler, bugünkü Jamaikalı’ların atalarıydı. 1838’de özgür halka dönüşenler, bugün de atalarından farklı bir yaşam sürmüyordu. Ülkenin sanayisi ve toprakları birkaç zenginin tekelindeydi. Geri kalanlar, boğaz tokluğuna çalışıyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, gördüğüm en neşeli en tasasız insan topluluğunun Jamaikalılar olduğunu söyleyebilirdim.
Bu boşvermişliğin sırrının rom, reggae ve ganja otunda gizli olduğunu sanıyorum. Jamaikalılar eğer bir işle meşgul değillerse, mutlaka dans ediyorlardı. Dans dediysem, hareketli bir takım figürler gelmesin aklınıza. Ayaklar olduğu yerde sabit duruyor, vücudun, özellikle kalça kısmı, rüzgarda eğilip bükülen bir ağaç dalı gibi sallanıyordu.
Yeterli miktarda rom içtikten sonra, ben de kolay gibi görünen bu dansı yapmayı denedim. Ama beceremedim. Çünkü bu dans için sadece rom ve ganja otu yeterli değildi. Ezilmişliğin tüm aşamalarını yaşayıp, isyana hazır olmak, boş vermek, aşağılanmayı aşabilmek, gerçekleri yok sayabilmek gibi özelliklere de sahip olmak gerekiyordu.
Jamaika, sihirli, neşeli, şaşırtıcı ve çok güzel bir adaydı. Bir olanak bulursanız, bu dünyanın cennetinde günahkar olmanızı öneririm.

HEY... BOB MARLEY
/images/100/0x0/55ea1dd0f018fbb8f86c3c63

Reggea, rom ve Ganja Otu... Jamaika’nın vazgeçilmez üçlüsü.
Bob Marley’i tanımayanınız var mı? Dread denen lüle lüle saçları omuzlarına kadar dökülen tipik bir Jamaikalı. Bu saçlar, moda olsun diye bırakılmamış. Dread türü saçlar, kişisel itinaların, çıkarların, hırsların bir kenara itildiğinin sembolü.
“No women, no cry.” Bu şarkıyı bilir misiniz? Bob Marley’in en ünlü şarkılarından biri. Reggea, öyle sıradan bir müzik değil. Bir başkaldırı, toplumsal hoşnutsuzluğu ifade eden, Afrika’ya dönüş özlemini dillendiren ve Ganja otunun, dinsel amaçlı kullanılabileceğini savunan bir müzik türü. Bu türün bir numarası da Bob Marley.
Jamaika’yı reggaesiz düşünmek, dünyayı havasız düşünmekle eşdeğerlidir. Ülkenin bütün radyo istasyonlarında, 24 saat süreyle bu müziğin çaldığını söylemek yanlış olmaz. Herkes, yolda yürürken, iş yaparken, muz yaprakları ile şapka örerken, koşarken, sevişirken, hep bu ritme ayak uyduruyor.

ACILI, SALÇALI

Jamaikalılar acı yemeyi çok seviyor. Onun için Jerk adı verilen sos mutfağın en sevilen lezzetlerinden birisi. Jerk, acı biber, yenibahar, sarımsak, karanfil, tarçın, Hindistancevizi sütü ile yapılıyor. Bu sosa bulanan tavuk, balık ve domuz etleri mangalların üstünde, tahrik edici kokular ve dumanlar saçarak kızarıyor. Özellikle hafta sonlarında, kentlerin sokaklarından, ormanın derinliklerinden yükselen yoğun ızgara dumanı gökyüzünü kaplıyor.
Deniz mahsulleri de Jamaika mutfağının vazgeçilmezleri arasında. Özellikle istakoz ve karides hemen her mönüde yer alıyor. Hindistancevizi sütüne batırılıp, yağda kızartılan karidesler sofralardan eksik olmuyor. Tabii bu yemeklerin yanında her zaman pilav yer alıyor. Pilav genellikle karides gibi deniz mahsulleriyle birlikte pişiriliyor.
Jamaika meyve konusunda da oldukça şanslı. Muz, mango, ananas, papaya, Hindistancevizi gibi meyveler Jamaika mutfağında çok önemli yer tutuyor. Bu meyvelerle pişirilen yemeklerin lezzetine doyum olmuyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!