Güncelleme Tarihi:
Feminist Pazartesi gazetesi, geçtiğimiz aylarda ‘‘En İlginç Boşanma Hikayeleri’’ konulu bir yarışma açtı. Yarışmayı, Hatice Alper kazandı. 44 yaşındaki Alper, yaşadıklarını ‘‘bilmeyenler öğrensin, korkanlar cesaretlensin’’ diye yazmış. Mektupla yetinmeyip kitaba da dönüştürmüştü.
1957 yılında Van'da doğdu. Subay kızı olduğu için çocukluğu ve gençliği, Hakkari, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay ve Çorum'da geçti. Ankara'ya döndüklerinde, bir yandan Hacettepe Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu İş İdaresi Bölümü'nde okuyor, bir yandan da çalışıyordu. İşyerinde tanıştığı biri evlenme teklif etti. 22 yaşındaydı, evlilik nedir pek bir fikri yoktu, iş arkadaşı da iyi birine benziyordu. Annesiyle babası, ‘‘Bak sen üniversitede okuyorsun, o ilkokul mezunu, hem senden 11 yaş büyük, denk değilsiniz’’ diye karşı çıktı ama dinlemedi. Babası, Barış Manço'yu sevdiği için hep ‘‘Sen böyle uzun saçlı, zıpır biriyle evleneceksin’’ derdi. Bu, efendi biriydi işte. Belki de bu yüzden diretti.
KOCA
AİLE NEDİR GÖSTERDİ!
Evlendikten iki üç ay sonra, okulu bıraktı. Neden? Çünkü eşi başının etini yiyordu:‘‘Bak kocası ilkokul mezunu, hala üniversiteye gidiyor, diyorlar. Bırak.’’ Şimdi biliyordu, yanlıştı. Okul yerine kocasını bırakmalıydı ama...
O okulu bırakınca kocası başladı; dışardan ortaokul sınavlarına giriyordu. Dersle ilgili hiçbir şey söyleyemiyordu kocasına, çünkü alınıyordu. Ama bir gün fazla alındı: Karısına ‘‘Aile neye denir?’’ diye sorunca, ‘‘Anne, baba ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük birimi’’ cevabı aldı. ‘‘Hayır akrabalar da var’’ dedi kocası. Vardı, yoktu, derken ‘‘Bak ben 12 senedir okuyorum, böyle gördüm...’’ diyecek oldu, lafını bitiremeden ‘‘Sen okuduğun yıllarla bana hava mı atıyorsun’’ diye hayatının ilk dayağını yedi. Neye uğradığımı şaşırmıştı. Şaşkınlığı, kocası yarım saat sonra elinde bir demet çiçekle, özür dilerken iki katına çıkacaktı.
Özürlere göre bir daha olmayacaktı ama ikinci dayak, çok kısa bir süre sonra geldi: ‘‘Bir ziyaretten dönüyorduk. Bir şey tartışıyorduk, Ulus'ta gecenin 12'sinde bağırıyordu ve birden koşarak otobüse bindi, gitti. Orada kalıverdim. Binbir zorlukla eve döndüm. Kapıdan girer girmez ‘Sen benim bindiğim otobüse niye binmedin' dayağı yedim. Döverken bir de ‘Sen zaten evlendiğimizde kız değildin' diyordu. Allahım nereden çıkmıştı bu! Benim ondan başka arkadaşım olmamıştı ki. Hem olsa bile karşı değilim, ama doğru değildi’’ (Sonradan, üç aylık hamileyken bile kızlık zarının durduğunu öğrenecekti). Ertesi gün işe giderken, sanki herkes olanları biliyor ve ona bakıyor gibi gelmiş, çok ama çok utanmıştı. Kendisinden değil, kendisine yapılandan.
Son dayağını, kucağında 2,5 yaşındaki oğlu varken yedi. ‘‘Çocuğun yanında yapma’’ sözüne karşılık da ‘‘Zaten onun benden olduğu ne malum’’ sözünü duyacaktı. O anda, sanki önünde bir kitap vardı da onu kapattı...
MÜDÜR
O DA BİR ERKEKTİ
Bütün gece uyumadı. Ertesi gün kocası işe gider gitmez telefona sarıldı, ama ne mümkün, telleri koparılmıştı. Çocuğunu alıp kapıcıya indi. İşyerini aradı, gelemeyeceğini bildirdi. İstanbul'u, babasını aradı. ‘‘Derhal evden çık, teyzene git’’ talimatını alınca, aklına geldi Ankara'da bir teyzesi olduğu. Hiçbir sosyal hayatı kalmamıştı ki. Özel eşyalarını toplarken, kalbinin hızla çarpmasına neden olan ‘‘Ya gelirse’’ korkusunu, ancak bunu yaşayanlar bilebilirdi.
Çalıştığı bankadan İstanbul'a tayinini istedi. Kocasının durumdan haberdar ettiği, sertliğiyle ünlü müdür çağırdı bir gün: ‘‘Kocanı terk ediyormuşsun, yapma, bak çocuğun da var’’ dedi. ‘‘Olmaz, o eve dönemem’’ deyince, ‘‘Ama bak tayinini çıkarmam!’’ tehdidi aldı. Başını kaldırıp ‘‘Siz benim evimde ne olduğunu bilmiyorsunuz, bunu konuşmayalım’’ dedi. Halbuki durum özel filan değildi, yüzbinlerce kadının yaşadığı ve genellikle katlandığı olaylardı bunlar.
Tayini için 1,5 ay sabırla bekledi. ‘‘İstanbul'a gitme, orada kötü kadın olursun’’ diyen bir kocayla, bir saat bile duramazdı artık. İstanbul'a geldi, ailesinin yanına yerleşti. İşe giderken oğlunu yakındaki bir kadına bırakıyor, dönüşte alıyordu. Bir akşam yine birlikte dönerlerken, bir anda oğlunun eli yok oldu elinden. Döndüğünde kocasını ve kardeşlerini tanıdı. Oğlunu bir arabaya bindiriyorlardı. Kendini caddeye attı, bağırıyordu. Tesadüfen onu gören tanıdık bir taksiciyle arabayı takip ettiler; normal zamanda çok korkmasına rağmen, ‘‘Daha hızlı, daha hızlı’’ diyordu sürekli. Polis görüp durdular.
KOMİSER VE HAKİM
ONLAR DA ANLAYAMADI
Bir süre sonra hepsi karakoldaydı. Komiser, ‘‘Ee o da babası, bir şey yapamayız’’ dedi. Gözünün önünde çocuğunu alıp gitti kocası. ‘‘Ben o gün öldüm ve tam birbuçuk yıl yaşamadım. Sokaklarda, evde, işyerinde sürekli ağladım. Çocuğumu aradım. Ama asla göstermedi. Kayınvalideme telefon ettim, yüzüme kapattı. Akrabaları, duygu sömürüsü yapma, dedi.’’
Bu arada boşanma davası uzuyor da uzuyordu. Çünkü dayak yediği bir türlü ispatlanamıyordu. Evin içinde olan bir şeye kimi şahit gösterebilirdi ki! Ya hastanelik olursa ya da ölürse inanacaklardı dövüldüğüne. Birbuçuk yıl sonra hakim yine ‘‘duruşmayı şu güne...’’ derken, delirdi. ‘‘Hakim bey, boşanmak umurumda değil, ben birbuçuk yıldır çocuğumu göremiyorum’’ diye bağırdı. ‘‘Nee’’ dedi hakim. Dosyayı hiç okumadığı ortadaydı. Neyse ki kocasına çocuğu göstermelerini söyledi.
Çocuğunu, bir otel lobisinde beklediği o yarım saat, anlatılır gibi değildi, sanki üç gün gibi geçmişti. ‘‘Babasının kucağında geldi, büyümüş, boyu uzamış. Ama bana gelmedi, itti ‘Sen benim annem değilsin, benim annem öldü' diyerek. Öyle söylemişler. Yalvardım, ne olur 10 gün kalsın, dedim. Dememle kocam ve üç kardeşi birden saldırdı üzerime, biri bir kolundan, biri bir bacağından çekti, çarmıha gerilmiş gibi götürdüler çocuğumu. Bayılmışım.’’
AVUKAT
SADECE O İNANDI
Ayıldığında avukatı derhal Adli Tıp'a gidip rapor alması gerektiğini söylüyordu. ‘‘Bakın şahit yok diyorlardı, şimdi istemedikleri kadar var, herkesin önünde dövdüler sizi’’. Çocuğuna ağlamaktan dövüldüğünün farkına bile varmamıştı. Adli Tıp'a giderken, yine de umutsuzdu. Bir tek avukatı inanmıştı, dayak yediğine. Birden kardeşine döndü, pantolonunu dizine doğru çekip ‘‘Tekme at’’ dedi. Kardeşi, nasıl vururum, diyecek oldu, yalvardı 'vur' diye. Bir kanıtı olsun istiyordu.
Ama bu kanıta gerek yoktu, doktor görür görmez yazmaya başladı: Sırtta darp, morluklar, kollarda tırnak izleri...’’ Ancak o zaman gördü, her yanının kan içinde kaldığını. İlk defa dayak yediğine sevindi. Hem de havalara uçacak kadar. Korkunçtu bunu söylemek ama bu dayakla çocuğuna kavuşacaktı. Avukat çocuğunun velayetini tek bir cümleyle aldı: ‘‘Herkesin içinde böyle dayak yiyen bir kadına evde yalnızken neler yapılmaz!’’
Ancak o gün yeniden gördü denizin mavi, ağaçların yeşil olduğunu. Ankara’ya koşup çocuğunu kucağına alır almaz şekerci gibi bir dükkanda buldu kendini, bütün kavanozlara saldırıyor, her birinden biraz şeker alıp oğlunun ceplerine dolduruyordu. Şimdi hatırlıyor, para filan ödemeden çıkmıştı dükkandan.
OĞLU
BİRLİKTE TEDAVİ GÖRDÜLER
Birbuçuk yıl oğluyla birlikte tedavi gördü. Bazen yolda yürürken elini öyle bir sıkıyordu ki ‘‘Anne canımı acıtıyorsun’’ deyince kendine geliyordu. Fellik fellik okul aradı ona, çünkü ancak etrafında tel örgü olan bir okulun oğlunu koruyabileceğine inanmıştı. Oğlu bugün 15 yaşında, sekizinci sınıfta okuyor. Ona ilk öğrettiği şey, ne kız, ne erkek hiçbir arkadaşına asla vurmamasıydı. Kendisi emekli oldu bol bol okuyor, yazıyor. Bir ailenin Bosna'dan kaçışını konu alan ikinci kitabına başladı. Kendi yaşadıklarını anlattığı, yayımlanmayı bekleyen ilk kitabının adını ise ‘‘Benden Özür Dilemeyin’’ koydu.
DİĞER BOŞANMA HİKAYELERİNDEN
...Ona içkiyi bıraktırmak için elimden geleni yapıyordum. İşe psikologlarla başladım, faydasını görmedim. Bir gün abisi bir ilaç getirdi, bir barda otururken, tuvalete gittiğinde birasına koydum, bir anda köpürmeye başladı. Ne yapacağımı şaşırdım, mecburen döküp yenisini istedim... Lahana suyu dediler, içkisine koydum olmadı. Kirpinin çişi dediler. Arkadaşlarım sayesinde kirpi bulduk. Kirpiyi tavana file içinde astık, bekledik işesin diye. Kirpi üç gün sonra işedi, onu şırınga ile içkisine enjekte etmeye başladım, o da olmadı. Bu sefer devenin balgamı dediler. Allahtan çok iyi arkadaşlarım var, onların sayesinde Aydın'dan devenin balgamı geldi. Onu üzüm suyu ile karıştırıp enjektöre çeken arkadaşlarımın bana tek söyledikleri cidden sevildiğini bil, oldu. Tabii ki o da fayda etmedi. Ablası bu yaptıklarıma insan haklarına aykırı diyordu, inanın bokunu yedir deseler yedirecektim. Çünkü deliler gibi seviyordum.
...En ufak şeyden kavga çıkarıyor, üstüme yürüyor, yaptığım yemekleri etrafa saçıyordu. Bu zamanlarda üst komşuma kalorifer borusuyla mesaj göndererek ortalığın yatışmasını sağlıyordum...
... Arkadaşlarımla haberleşiyor, planlıyoruz. Her gün birer ikişer, yanlarında kağıtla doldurulmuş çantalarla geliyorlar, içindeki kağıtları çıkarıp benim eşyalarımı doldurarak gidiyorlar. Böylece apartmanın dikkatini çekmemeye çalışıyoruz. Bu taşınma bir hafta sürüyor, eşyalarım üçer beşer evden çıkıyor, şehrin çeşitli semtlerine gidiyor. Yeni evime gittiğimde hepsi orada toplanacak.
...Aslında yumruk mideme indi ama inanılmaz bir değişimle beynimde ışıltılı, yıldızlı, güvenli bir yol açtı. Bu yol hep vardı galiba, onu göremeyen bendim. O gece, bu adamla bir dakika bile aynı çatıyı paylaşamayacağımı anladım. Aramızda üç dört adım vardı ve o hala bağırıp çağırıyor, etrafı kırıp döküyordu. Ama ben bir kurgu filminde gibi onu görmez, duymaz oluyorum. O sanki bir boşluğa doğru geriliyor, gittikçe küçülüyor, yokoluyor...
... Kendimle gurur duyuyorum. Kendimi ve oğlumu çok seviyorum. Şu anda 28 yaşında bir kadınım. Sürekli okuyorum. Felsefe, psikoloji, sosyoloji. Resim yapıyorum. Aralıkta sergim oldu. Beni seven insanlarla mutluyum. Kendimi buldum. Herkese tavsiye ederim.