Güncelleme Tarihi:
http://kelebekgaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=68787&rid=2368&hid=23241661
Benim elimde Türk kahvesi, onunkinde çay, yürüyoruz hızlı hızlı fotoğraf stüdyosunun toplantı odasına doğru. Bütün derdi; çekim ve röportaj bitsin, ardından dublaja koşsun, oradan da evine. 10 aylık bir oğlu var; adı Çınar. Başrolünde olduğu sezon dizisi “Tatar Ramazan” İzmir’de çekildiği için ondan uzak kalıyor bugünlerde. İyi bir eş ve baba olmaya gönül vermiş bir kere Bülent İnal; her anı değerlendirmeye, evdekileri mutsuz etmemeye çalışıyor.
Masaya oturduğumuz an kendine adeta küçük, güvenli bir koza örüyor ve dönüp, bana bakıyor. Evet, başlayabiliriz.
“Kimdir Tatar Ramazan?” diyorum. Dönüp bir daha bakıyor, “Kimdir derken?” Allah, diyorum içimden, işte gazetecinin gardını almış sanatçıyla imtihanı! Duvarı kırdım, kırdım; yoksa yandık. “Kimdir, nasıl bir karakter, nereden gelip nereye gidiyor? Malum henüz yayınlanmadı dizi.”
Hak verir gibi kafa sallıyor ve Tatar Ramazan’ın en sevdiği yanının hak ve adalet peşinde koşan biri olması olduğunu söylüyor. “Sizin de sanki bu hayatta tavırlı bir duruşunuz var” diyorum: “Göze sokmayı, çok konuşmayı sevmem ama tabii ki bir tavrım var. Tatar Ramazan’ı da o yüzden çok seviyorum. Bir kasabada yaşıyor. Küçük bir dünyası var; bir ailesi var, sevdiği kadın ve dostları var. Orada yaşarken yaşadığı sorunlar, sistemin yanlışlığı onu pişiriyor aslında biraz. Bir de tabii babasından aldığı öğütler... Gördüğü haksızlıklara, adaletsizliklere başkaldıran bir karakter. Her zaman öyle olmuş. En son noktada belediye başkanını öldürmesiyle birlikte hapishane ve sürgün hayatı başlıyor ve sistemle kavgasına devam ediyor. Böyle bir karakter...”
ABİ YÜRÜ ARKANDAYIZ!
Gözü kara bir adamdı yani Tatar Ramazan. “Biraz fazla gözü kara” deyip gülüyor. Sonra dizi ekibinin de bu karakteri nasıl sevdiğini anlatıyor. Settekiler bazı sahnelerden sonra gaza gelip, “Abi yürü, arkandayız, yürü abi!’ diye tezahürat yapıyor, alkışlıyorlarmış: “İnsanlar kendi söyleyemediklerini, içinde tuttuklarını bir başkası haykırdığı ve eyleme geçirdiği zaman çok heyecanlanıyorlar, onun peşinden gidiyorlar. Bu anlamda cesaret verici bir karakter diye düşünüyorum.”
Doğru diyordu İnal, kahramanları hepimiz sevmez miydik?
Peki oyunculuk nasıl bir şeydi? Farklı farklı karakterleri kurcalamak, yorumlamak zevkli miydi? “İşimizin zevkli yanı bu aslında. Farklı karakterleri alıp, biraz onlarla uğraşıyoruz, boğuşuyoruz. Kendi içimizdeki benzer yanları bulmaya çalışıyoruz, olmayanları araştırıyoruz, ona bürünüyoruz. Sonra da onunla bir yolculuğa çıkıyoruz. Uzun süren yolculuklar ya da kısa süren yolculuklar... İnsan sevdiği zaman daha keyifli oynuyor tabii.”
Ardından oyunculuğun zor yanlarından bahsediyoruz. Günde 15 saati sette geçirmekten örneğin... Zaman zaman kendilerini sorguluyorlarmış bu nasıl bir meslektir, böyle devam eder mi diye. Zaten oyunculuk okumak da mühendislik okumaya benzemiyormuş, çünkü yeni mezun bir oyuncunun karşısına çıkacak imkânlar çok daha kısıtlıymış: “Yapacağın zamanlar belli oyunculuğu. Onun dışında ‘Ben oyuncuyum, size bir şey yapacağım’ diyerek insanları durdurup, mesleğinizi satamazsınız.”
Kendisi de 1999’da 9 Eylül Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdiği zaman ne yapacağını bilememiş. Devlet ve şehir tiyatrolarının sınavlarına girmiş ama kazanamamış. “O zaman ikinci bir yıkım oluyor insanda” diyor o günleri anlatırken. Düşünmüş hep ne yapacağını, mesleğini nasıl icra edeceğini. Derken televizyon sektörünün gelişmesiyle birlikte kendini hiç hayal etmediği bir sektörde bulmuş. Oysa o ömrü boyunca tiyatro yapmak; küçük, sakin bir dünya kurmak istiyormuş kendine. Zaten Türk Dili ve Edebiyatı okumayı bırakıp oyunculuk okumaya girişmesi de bundanmış.
SONUNU DÜŞÜNEN KAHRAMAN OLAMAZ
Bülent İnal’ın ne gibi korkuları var acaba? İyi baba olmaktan yana endişesi var mıydı örneğin? “Sonunu düşünen kahraman olamaz” diye gülüyor önce bir. Sonra başta çok evhamlı olduğunu, ona güzel bir hayat bir hayat sunabilecek miyim diye dertlendiğini anlatıyor: “Bir ara Melis’le (Tüysüz) kendimizi hangi okula versek, oradan çıksa hangi liseye versek falan derken bulduk. Çocuk daha iki aylıktı!” Bu olağanüstü hâl birkaç ay sürmüş. Daha sonra onun beklediği tek şeyin sevgi olduğuna karar vermiş. Artık anı yaşıyorlarmış.
“Adapte olabildiniz mi evliliğe, koca olmaya, sonra da baba olmaya” diyorum. Sürekli gülen gözleri iyice müşfikleşiyor: “Ben herhalde böyle bir şeye hazırmışım. Çok severim aile kavramını, ev hayatını, kalabalıkları. O yüzden hemen kabullendim, hiç zorlanmadım.”
Demek ki doğru zamanmış... “Doğru zaman, doğru kişi... Onlar bir araya geldiği zaman zaten çok düşünecek bir şey yok. İnsan bazı şeyleri hisseder. Bazen korkularından dolayı kabullenmez ya da kendine çok güvenir, o yanlışları düzeltirim diye düşünür. O yanlışın peşinden gider ve sonra mutsuz olur. Böyle şeyler vardır hayatta ama doğru kişiyi hissettiğiniz anda onu bırakmamak lazım. Ben de öyle yaptım diye düşünüyorum.” Buradan şu sonucu çıkarmıştım: Evet, bir şey doğruysa insan hemen anlar. Yanlışsa da anlar ama işine gelmeyebilir. “Yanlış yoldan gidince kendinize kızar mısınız peki?” diyorum: “Giderken kızmıyorum da sonradan kızarım tabii. Bu hayatın her alanında geçerli. Bazen bir şey yapıyorsunuz size zarar veriyor ve sonra çok pişman oluyorsunuz, ama ben daha sonra oturup düşünüyorum; bu hayatta iyi ya da kötü ne varsa her şeyin kararını ben verdim, bunlar da bana bir şey öğretti. Ben bunun bana ne kattığına bakıyorum, tabii biraz daha zaman geçtikten ve kendimi yıprattıktan sonra. Ancak böyle kurtulabiliyorum bu duygudan. Yanlışlarım çok şey öğretti bana.”
ÇOK SEVERİM KALABALIKLARI
Derler ki geniş bir ailesi olan ve onlarla yakın ilişki içinde olan insanlar aile kurmaya daha yatkındırlar. Nitekim Bülent İnal’ın da geniş bir ailesi varmış. Urfa’da doğmuş, yedi yaşına kadar orada büyümüş. Baba Urfalı, postanede memur. Anneyse hemşire. Kararlı bir kadın. 17 yaşında hemşirelik okumak istiyor, babası izin vermiyor. Amcasından para alıp kaçıyor. Baba haber alıyor ve otobüste yakalıyor kızını; kız inmemek için koltuğa sarılıyor sımsıkı. Sonunda da istediğini alıyor. Mezun olduktan sonra da Urfa’ya tayini çıkıyor ve İnal’ın babasıyla tanışıyor.
“Hâlâ hatırlarım; büyük avlular, yemekler, damda kurulan yataklar... Ben çok severim kalabalıkları, büyük sofraları, aile yemeklerini. Herkesi davet ederim ya da muhakkak bir ortam yaratmaya çalışırım. Demek ki genlerimize işlemiş. Bir de çok erken yaşta babamı ve babaannemi kaybettim. O yüzden biz; ben, annem, ablam, ağabeyim, aileyi hep bir arada tutmaya özen gösteririz.”
Babasını 12 yaşındayken kaybediyor Bülent İnal; henüz 38 yaşındayken trafik kazası geçiyor. Annesi o sıralar 33 yaşında. Bir daha hiç evlenmiyor ve çocuklara adıyor kendini. Çok şey değişiyor hayatlarında. Babasını fazla hatırlamıyor. O yüzden “Babanızdan ne öğrendiniz?” soruma cevap veremiyor: “Sadece belli anlar var aklımda. Ama tabii ki ondan bana bulaşan şeyler olmuştur. Çok güzel yemek yapardı, ben de güzel yapıyorum. Enteresan şekilde sanatçı bir yanı vardı. Sürekli suluboya resim yapar, fotoğraf çekerdi. Çok okurdu. Böyle şeyler geçti ondan bana ya da örnek almışız farkında olmadan.”
Peki o ne öğretecekti oğluna? Bunu hiç düşünmediğini söylüyor: “Kendi hayatını yaşa diyebilirim ona. Herkes bir şey söylüyor ama insanın kendi doğrusunu bulması, bir muhakeme gücünün olması daha iyi. Bence öncelikle çocuğu öyle bir güce ulaştırmak lazım.” O da aynısını yapmıştı. Ailesi belki hep yanındaydı ama o hep kendi ayakları üzerinde durmuştu. Bu belki de babası olmadığındı.
BOŞANMIŞ İNSANLARI GÖRÜNCE ÜZÜLÜYORUM
Bülent İnal, anne-babanın bir arada olmasını çocuk gelişimi açısından çok önemsiyor: “Boşanmaları sevmiyorum. Boşanmış insanları ve çocuklarının halini görünce üzülüyorum. Evlenmeden önce hep ‘İnşallah doğru insanı bulurum, o beni sever, ben onu severim, bir ömür boyu çocuğu birlikte büyütürüz ve hiç ayrılmayız’ derdim. Çocuğun psikolojisi beni her zaman çok düşündürüyor. O yüzden inşallah hayatımızda böyle bir şey olmayacak.”