Nuran ÇAKMAKÇI
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 13, 2008 00:00
Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlük koltuğuna oturduğunda değişimin adayıydı. Bu bilinmesine rağmen, yine de hem üniversite içinde hem de dışında giyim tarzı, rahatlığı ve bakış açısıyla yadırgandı. Boğaziçi’nin ilk kadın rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal, bu görevde yalnızca dört yıl kalabildi. Bu sürede Ermeni Konferansı, türban gibi krizlerden rahatlıkla sıyrıldı.
İkinci dönem için yapılan seçimde ikinci sırayı aldı. Prof. Dr. Kadri Özçaldıran 170 oy alırken, Soysal 146 oyda kaldı. Buna rağmen YÖK’ten ve üniversite içinden de "görevde kal" telkinleriyle karşılaştı. Ayşe Soysal, "Arkadaşlarımın verdiği oya ve en yüksek oyu alan adaya saygılıyım" diyerek buna karşı çıktı. Boğaziçi’nin ilk kadın rektörü, 2007-08 dönemi öğrencilerinin mezuniyet törenindeki duygusal konuşmasında da kızlara seslendi. "Lütfen beni o koridorda erkek rektör fotoğraflarıyla yalnız bırakmayın. Benden sonra rektörlük koltuğuna siz de oturun." Prof. Dr. Soysal ile rektörlük koltuğunu bırakmadan önceki son günlerinde konuştuk.
Mezuniyet töreninde yaptığınız konuşmada kızlara "Okul koridorunda erkek resimleri arasında beni yalnız bırakmayın" dediniz. Boğaziçi Üniversitesi’nin ilk kadın rektörüsünüz. Boğaziçi buna alışabildi mi dört yılda?- Boğaziçi’nin kadın yöneticilerle benim istediğim kadar rahat yaşayabilen bir noktaya geldiğini düşünmüyorum. Kadınlarla ilgili tereddütler yaşanır. "Kadınlar daha az güven telkin eder. Kadınların vizyon sahibi olması zor teslim edilen bir şeydir" gibi laflar söylenir. Bu tereddütler benim rektörlük döneminde de yaşandı. Onları kaldırmaya muvaffak olamadım. Başkalarının yeni hamle yapması gerektiğini düşünüyorum, o nedenle kız öğrencilere çağrı yaptım.
Üniversitede kadınlarla aranız nasıldı? Sizi desteklediler mi, kösteklediler mi?- Her türlüsü vardı. Köstek demeyeyim ama mesela benimle ilgili en tereddütlü lafların kadın meslektaşlarım tarafından söylendiğini biliyorum. Belki kadınlar daha dürüst, daha dışavurumcu olduğu için. Belki erkekler düşündüklerini söylemediği için.
Erkeklerin egemen olduğu akademik yönetimde zorluk çektiniz mi?- Rektörlerin bir araya geldiği Üniversiteler Arası Kurul’a ilk katıldığımda bana kışla gibi bir yer gibi geldi. Erkek, erkek, erkek... Bunu yadırgamadığımı söylemem mümkün değil. Çünkü hayatımın başka hiçbir ortamında bu kadar erkek çoğunluğuyla bir arada olmadım. Onlar da kadınların orada olmasını yadırgıyor belki. Başka türlü olması pek mümkün değil.
Bürokraside de kadın olmak zor değil miydi?- Devlet kadrolarında genel müdür, müsteşar düzeyinde pek kadın yok. Örneğin bunu Maliye Bakanlığı’nda görüyorsunuz. Bakanlığın binaları inanılmaz büyük, tıpkı Kafka romanlarındaki gibi. Bakanlıktaki ilk randevumuza üç kadın gittik. Yardımcım Gülen Aktaş, Kandilli Rasathanesi Müdürü Gülay Barbarasoğlu ve ben. Bir baktık, binada özel kalem memurları dışında hiç kadın yok. Ama bu, yeni bir şey değil. Maliye Bakanlığı hep öyleydi. Buna karşılık orada müthiş ağırlandık. Bu durum sonra ziyaretlerimizde de devam etti. Müsteşarın en müsait olduğu saatler bana ayrıldı, çünkü özel kalemdeki kadın çalışanlarla bir dayanışma sağladık.
KEYFİ DAVRANMADIM POPÜLİST OLMADIMRektörlükten ayrılırken nasıl duygular içindesiniz? Hüzün mü, mutluluk mu var?- İkisi de tam değil. Bir tatmin duygusu var. Buraya iddiayla gelmişim. Bu sürede neleri yapıp yapmadığımı hiç düşünme fırsatım olmadı. İlk kez frene basıp geriye bakınca söyleyebilirim ki gönül ferahlığıyla ayrılıyorum.
Rektörlük seçimi sonuçlarına şaşırdınız mı?- Ben politikacı değilim. Onun için
seçim ortamındaki algılamam naif. Tam ne beklediğimi de bilmiyordum. Bu bir yarışsa en iyi çabayı göstereceksiniz, sonuç ne olursa olsun bekleyeceksiniz. Aday oldum çünkü bugüne kadar yaptıklarımı devam ettirmek istiyordum. Ama, üniversitenin farklı öncelikleri olabilir. Buna saygım var. Kendimi değiştirip başka türlü bir şeyler yapamazdım. Burada bir nokta koymak makul olabilir.
Sonuca baktığınızda neleri eksik yaptığınızı düşünüyorsunuz?- Bir şeyi eksik yaptığımı düşünmüyorum. Yönetimdeyken herkese "evet" diyemiyorsunuz. Elinizdeki kaynaklarla, belli önceliklerle ve benim için çok önemli bir adalet duygusuyla "evet", "hayır" veya "kısmi evet" diyorsunuz. Hiç keyfi davranmadım, popülist bir yaklaşımı benimsemedim. Yaptığım icraatta da dört yıl sonrası için oy kaygım yoktu.
Rektörlük göreviniz süresince nelerden fedakarlık ettiniz?- Bir kere kişisel yaşamınızdan feragat ediyorsunuz. Zamanınıza hakim değilsiniz. Başka fedakarlıklar da var. Burası devamlı kriz yaşanan bir yer. Krizle baş etmek yaşamınızın parçası haline geliyor. Rektörlükte iki fonksiyon var. Biri temsil, diğeri icra. Soyut bir kavramı temsil ediyorsunuz. Boğaziçi yolu, Boğaziçi duruşu nedir? Bu, kuralları konmuş bir şey değil. Öte yandan kendi vicdanınız da var. Bu göreve gelmeseydiniz, Ayşe Soysal olarak nerede dururdunuz? Temsil ettiğiniz şeyle, vicdanınızın örtüşmesi lazım. Benim en büyük şansım temsil ettiğimle, kendi vicdanımın örtüşmesiydi. Yoksa ayrılmak zorunda kalırdım. Şimdi yeniden ders vermek istiyorum. Sivil toplum örgütleriyle, özellikle kadınlarla ilgilenen girişimlerde çalışmaya heves ediyorum.
Üst düzey yöneticiler koltuğundan pek ayrılmak istemez. O koltuktan sonra tekrar sınıfa girmek sizi rahatsız etmeyecek mi?- Burası bir şirket olsaydı en tepeye geldikten sonra geriye dönemezdiniz. Ama üniversitede hepimizin asli görevi hocalık. Öğretim üyeliği, benim kafamda üst düzey bir yer. Zaten çok afralı tafralı bir halim olmadı. Yanımda birkaç korumayla gezen rektör tipi değildim hiçbir zaman.
Koltuğunda ezilenler o koltuğu bırakmak istemezÜç yıl önce meslektaşım Selçuk Esenbel bana bir hikaye anlattı. Babası eski bakan Melih Esenbel insanlarla makam koltuğu arasındaki ilişki konusunda bir kelam etmiş: "İnsanın iyi bir yönetici olup olmayacağı koltuğa oturduktan sonra belli olur. Bazen insan küçük kalır, koltuk büyük. O koltuk o kişiyi ezer." İşte koltuğunda ezilenler o koltuğa yapışmak istiyor. Selçuk Hanım bana "Sen bu koltuğu taşıyabiliyorsun, küçülmüyorsun" demişti. O nedenle benim bırakmamda bir sıkıntı yok.
Dört yılın en vahim krizi Ermeni Konferansı’ydıBaşka bir ülkede, bir akademik toplantı dolayısıyla bir üniversite böyle muhasara altına alınmış mıdır, çok merak ediyorum. Rektörlüğe gelirken bir sürü zorluk çekeceğimi biliyordum. Ama bu tip bir şeyin başıma geleceğini bilmiyordum. Bu piyangodan çıktı. Tabii, tarih bölümündeki arkadaşlar bu Ermeni konferansı projesiyle bana geldiğinde, bizi nelerin beklediğini görüyorduk. Ama görmek başka, yaşamak başka. Çünkü, sabah mailinizi açıyorsunuz, sürü sepet deklarasyonlar, tehditler, öfke tezahürleri, telefonlar... Ben sakin ve tutarlı bir duruş sergilemeye çalıştım. Arkadaşlarıma "Bu gidişat normaldir, konferansı yapıyoruz" şeklinde moral verdim, onları sakinleştirdim. Ama, konferansı düzenleyen arkadaşlar çok daha duygusaldı. Travma kelimesini dahi kullanabilirim, o derece çarpıcıydı yaşananlar.
Bunun bir temsil ve vicdan meselesi olduğunu düşünüyorum. Türkiye tarihini konuşamayan bir ülke olmakla itham ediliyor. Bir Türk vatandaşı olarak bu ithamın kalkmasını istiyorum. Tarihimizi cesaretle konuşabilmeliyiz. O nedenle burada konferansı yapmak isteyen arkadaşların durduğu temel noktayla vicdanen de barışıktım. Yoksa taşınır, kaldırılır dava değildi. Üniversite içinden birinin, bir akademik birimin düzenlediği konferansı eleştirmesinin Boğaziçi kültüründe pek yeri yok. Bu nedenle belki içeriden gelen eleştiriler en azından açık ortamlarda dile getirilmedi, ben duymadım. Ama, tabii insanları ürküten bir yönü vardı. O yıl hatırlıyorum, "Eyvah biz Ermeni Konferansı yapıyoruz. İyi öğrenciler artık bize gelemeyecek" kaygısı bile vardı. Bu paniklerin yersiz olduğunu, Boğaziçi’nin Ermeni Konferansı yapmanın ötesinde bir kurumsal kimliğe sahip olduğunu, o kimliğin devam ettiğini gördüm. Öğrenci problemi olmadığı gibi giriş puanları arttı. Arada sebep sonuç ilişkisi olmayabilir ama puanlar yükseldi.