(...)
Yalvarıyordu; ‘Doktor, beni bırakın kızımı kurtarın.’ Aradan birkaç dakika geçtikten sonra dudakları yine aralandı. Belli ki, durumlarının umutsuz olduğunun farkına varmıştı, mırıldandı: Ölürsek beni kızımla beraber gömün.
Londra’dan havalanan Ortadoğu Havayolları’na ait 265 sefer sayılı uçak, Beyrut’a gidiyordu. Ankara’ya uğrayıp yakıt ikmali yaptıktan sonra yoluna devam edecekti.
Ankara semalarına ulaştıklarında kaptan pilot, Esenboğa kontrol kulesiyle irtibata geçerek iniş için alçalmaya başladı. 11 yolcu ve üç mürettebatı taşıyan uçak gökyüzünde süzülürken her şey yolunda görünüyordu. Pilotlar yoğun bir bulut kümesine girerken en ufak bir endişe duymadılar.
Ancak bulutların içinden çıktıklarında daha ne olduğunu anlamadan askeri bir uçakla burun buruna geldiler. Her şey saniyeden daha kısa bir sürede olup bitti.
İki uçağın birbirine çarpmasıyla birlikte gökyüzünde bir alev topu patladı. Kimbilir yolcular neler hissettiler o anda? Ya da ne olup bittiğini anlamaya, korkup çığlık atmaya zamanları oldu mu? Bunu bilmek mümkün değil. İçlerinden hiçbiri kurtulamadı çünkü kazadan.
Uçakların semalarında çarpıştığı Ulus semtinde hareketli bir gün yaşanıyordu. Hem bir ramazan günüydü, hem de aybaşı. Olağan günlerden daha kalabalıktı o gün Ulus caddeleri.
Saat tam 16.05’te müthiş bir çarpışma sesiyle irkilen başlar, gökyüzüne döndü. Gökten alev yağıyordu. Panik içinde sağa sola koşuşturmaya bile kalmadan yere düşmeye başladı o alevler.
Askeri uçağın parçalarının bir kısmı kale civarına, bir kısmı da Samanpazarı’ndaki binaların üzerine düştü. Yolcu uçağının parçaları ve içindeki insanların bedenleri ise Anafartalar Caddesi’ne, bu kalabalık caddedeki insanların üzerine saçıldı.
Yolcu uçağının motorlarından biri bir kıraathanenin önüne, diğeri Anafartalar Caddesi’nin Hacıbayram Camiine kıvrılan köşesindeki İstanbul Bankası Ulus Şubesi’nin önüne düştü. Kıraathanedeki insanlar ne yapacaklarını bilmez halde korkuyla çığlıklar atarken cesur bir delikanlı, alevleri yararak içeri girdi. Tek tek dışarı çıkarmayı başardı insanları.
KIZINI KURTARMAK İÇİN ATILDI
Ancak bankada bulunan 11 kişi, kıraathanedekiler kadar şanslı değildi. Alevler çıkışı tamamen kapatmıştı, kimse ne içeri girebiliyordu, ne de dışarı çıkılabiliyordu. Kimi yanarak, kimi de dumanlardan boğularak can verdi çığlık çığlığa.
Melek Akkar, 28 yaşında genç bir kadındı. İstanbul’da doğup büyümüş, fotoğrafçı Cemal Akkar ile evlendikten sonra Ankara’ya yerleşmişti. 11 yaşında bir oğlu, 5 yaşında da bir kızı vardı. Küçük evlerinde sakin, huzurlu bir yaşam sürüyorlardı uçakların havada çarpıştığı o korkunç güne kadar.
Kazanın olduğu 1 Şubat 1963 günü, kızı Aygül’ü elinden tutup bir dostlarına ev ziyaretine gitmek üzere evden çıkmıştı Melek Hanım. Kocası da oğulları Mahir ile birlikte dolaşacak, akşam yemeğinden önce evde buluşacaklardı.
Yemek masasının etrafına her zamanki gibi dördü birlikte oturacaklardı.
Fakat eve dönmeyi başaramadı genç kadın ve küçük kızı. Uçakların havada çarpıştığı an İstanbul Bankası’nın önündeydiler. Herkes gibi anne kız da çarpışmanın gürültüsüyle yerlerinden zıpladı. Ancak kaçmaya fırsat bulamadan uçağın yanan motoru tam önlerine düştü.
Alevler, küçük Aygül’ün üzerine sıçradı. Kızının eteklerinin tutuştuğunu gören Melek Hanım, onu kurtarayım derken kendisi de alevler içinde kaldı. Çevreden insanlar koşup anne kızı kurtardıklarında iş işten geçmişti. İkisi de ağır derecede yanmıştı.
Melek Hanım, gözlerini açtığında hastanedeydi. Güçlükle konuşabiliyordu, acılar içindeydi. Yine de telaşla kızını sordu. Hemen yanındaki yataktaydı. Kendinde değildi Aygül.
Kızını o halde gören Melek Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Başucundaki doktora döndü. Yalvarıyordu; ‘Doktor, beni bırakın kızımı kurtarın.’
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra dudakları yine aralandı. Belli ki, durumlarının umutsuz olduğunun farkına varmıştı, mırıldandı:
- Ölürsek beni kızımla beraber gömün.
Bu sözler kulaktan kulağa bütün hastaneye, oradan da gazetelere yayıldı daha sonra...
MEZAR AÇILDI ANNEKIZ BİRLİKTE GÖMÜLDÜ
Cemal Bey de o müthiş çarpışma sırasında oğluyla birlikte Ulus meydanındaydı. Eve dönüyorlardı. Yanan uçak parçalarının düştüğünü ve Ulus’un üzerinin siyah bir dumanla kaplandığını gören Cemal Akkar çılgına döndü. Karısı ve kızının başına bir şey gelmiş olabileceği endişesiyle koşmaya başladı. Mahir’i de peşinden sürüklüyordu.
Önce Melek Hanım’ın ziyaret edeceği eve gitti Cemal Bey. ‘Az önce çıktı, eve gitmiştir herhalde’ yanıtını alınca daha çok korktu. Deliye dönmüş bir halde bu kez eve koştu. Yol boyunca dualar etti; ‘Ne olur eve varmış olsunlar? Başlarına bir şey gelmemiş olsun’ diye...
Ama eve vardığında son umudu da tükendi. Evde kimse yoktu. Tekrar Ulus’a koştu. Oğlunun elini bir an bile bırakmıyordu. Önüne gelene karısıyla kızını soruyor, bir
haber almaya çalışıyordu. Nihayet İstanbul Bankası’nın oralarda birileri ‘Burada kapının önünde bir anne kız yanmıştı, onları Rüzgárlı’daki SSK Hastanesi’ne kaldırdılar’ dedi.
Cemal Bey’in ayakları titredi, korktuğu başına gelmişti. Sevgili karısı ve güzel kızı hastanedeydi! Hastaneye doğru koşarken hıçkırarak ağlıyordu. Bir yandan da inanmak istemiyordu duyduklarına. ‘Belki de başka bir anne kızdır gördükleri’ diye kendini teselli etmeye çalışıyordu. Mahir de ağlayarak koşturuyordu babasının peşinden.
Hastaneye vardıklarında bir kez daha yıkıldı Cemal Bey. Karısı ve kızı hastanedeydi, üstelik durumları ağırdı. Yanlarına girmesine, onları görmesine bile izin vermiyorlardı. Hastane koridorlarında gözyaşı döküp, ‘Yalvarırım verin onları bana. Hiç değilse gösterin’ diye feryat etti Cemal Bey. En sonunda birisi cesaretini toplayıp, gerçeği söyledi ona:
- Sakin olun, güçlü olmaya çalışın. Ne yazık ki artık çok geç...
Doktor, Melek Hanım’ın ölmeden önce söylediklerini de aktardı Cemal Bey’e. ‘Karınızın bir vasiyeti var. Son nefesine kadar kurtarmaya çalıştığı kızıyla birlikte gömülmek istedi.’
Cemal Bey, beş gün sonra düzenlenen cenaze töreninde güçlükle yürüyordu. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Hep uzaklarda bir yerlere bakıyordu, hálá eşiyle kızını arıyordu gözleri.
Melek Hanım ve Aygül’ün de aralarında bulunduğu tam 47 tabut vardı o gün Hacıbayram camiinin avlusunda. Kazada ölen diğer 40 kişiden yabancı olanların cenazeleri ülkelerine gönderilmiş, bazıları da başka kentlerde toprağa verilmişti.
Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve binlerce Ankaralı, ‘askeri cenaze töreni’ni izlemek üzere camiye akın etti. Camiye açılan yollar ve Cebeci Mezarlığı’na giden caddeler insanlarla dolmuştu. Türk Bayrağı’na sarılı 47 tabutun birbiri ardına kentin caddelerinden geçişi sırasında kaldırımları, pencereleri, balkonları dolduranlar gözyaşlarını tutamadı.
Yaşlı insanlar, Başkentin tarihinde daha önce bu denli trajik bir sahne yaşanmadığını söylüyorlardı. Gazeteler de ağızbirliği etmiş, ‘Ankara’nın gördüğü en feci kaza’ diye yazmışlardı hep.
Cebeci Mezarlığı’nda 47 mezar açılmıştı yanyana. Kazazedeler birbiri ardına toprağa verilirken yakınlarının feryadı göğe yükseliyordu. Cemal Bey ise taş kesilmiş, tek sözcük bile çıkmıyordu ağzından.
Son olarak Aygül’ün cenazesinin üzeri toprakla kapatılırken, kalabalıktan biri hıçkırarak bağırdı:
- Büyük hata ettik! Annesinin vasiyeti vardı, kızıyla birlikte gömülmek istemişti!
Bütün başlar, Cemal Bey’e döndü. ‘Ne yapalım?’ diye soracaklardı. Ama o konuşamıyordu. Hálá sabit bir noktaya bakıyordu. Gazeteler, ‘Ölürsem kızım ile gömün dedi ve öldü’ başlıklı haberlerle duyurmuştu Melek Hanım’ın vasiyetini. Orada bulunan herkes biliyordu onun son isteğini.
Her iki mezar yeniden kazıldı. Aygül mezarından alınarak, annesinin kolları arasına yerleştirildi. Anne kızın cenazesinin üzeri, yine gözyaşları arasında toprakla kapatıldı. Törenin en hazin sahneleriydi o anlar.
47’inci mezar boş kalacak, anne kızın ortak mezarlarının başucundaki mermere ise ‘Melek Akkar ve kızı Aygül Akkar’ yazılacaktı...
DAHA MUTLU BİRYUVA DÜŞÜNEMEZDİK
Cenaze töreninden sonra baba oğul başbaşa kaldılar. Ev sessizleşmişti, anılar baba oğulun üzerine üzerine geliyor, ikisinin de yüzü gülmüyordu. Cemal Bey, oğlu Mahir’i karşısına oturtup, sevgili eşi Melek’le tanışmalarını anlattı. Onu ilk gördüğü anı yeniden yaşıyordu.
‘İçimde bir arzu belirmiş bir İstanbul yolculuğu beni kader ve hayat arkadaşıma doğru sürüklemişti. Evet, Melek’le orada tanışmıştık’ diye başladı sözlerine:
‘Kumkapı’da oturuyorlardı. Hemen birbirimizi sevmiş, evlenmeye karar vermiştik. Ama ailesi İstanbul’dan ayrılmasını istemediği için bu birleşmeye karşı çıkıyordu.
Bir süre geçtikten sonra ‘Ben kararımı verdim Cemal. Şimdiye kadar hiçbir konuda aileme karşı gelmedim ama bu sefer onları dinlemeyeceğim’ dedi. ‘Ne yapmamı istiyorsun?’ diye sordum. ‘Hemen evlenelim. Seninle değil Ankara’ya, gerekiyorsa dünyanın öteki ucuna bile gidebilirim’ deyince dünyalar benim oldu. Ben de ‘Beni çok sevindirdin Melek, çünkü ben hayatımda sadece bir tek aşk tatmış, bir tek insanı yuvamın kadını olarak hayal etmiştim. O da sendin. Hem göreceksin, mutluluğumuzu görünce ailen de yumuşayacak’ cevabını verdim.’
Gerçekten de Melek Hanım’ın ailesi kızlarının Cemal Bey’i çok sevdiğini, onunla birlikteyken mutlu olduğunu görünce yumuşamış, evlenmelerini kabul etmişlerdi.
Mahir, pür dikkat dinliyordu babasını. Her sözcüğü, bir daha aynı tadı asla bulamayacağını bildiği özel bir şarabı yudumlarcasına kaydediyordu belleğine.
Cemal Bey, ‘Bizim yuvamızdan daha aydınlık, daha mutlu bir yuva düşünemezdik. Bu güzel yılları, daha mutlu yıllar kovaladı. Önce sen doğdun, sonra kızkardeşin...’ diye noktaladı sözlerini. Gözyaşları sessizce akıyordu yanaklarından.
O günden sonra da Cemal Bey, hep bir canlı cenaze gibi yaşadı. Eşini ve kızını kaybetmek Cemal Bey’i hayata küsmüştürmüştü. Giderek fotoğrafçılık yapamaz hale geldi. Numune Hastanesi, ‘Bir yıl süreyle çalışamaz’ raporu vermişti ama içine girdiği şoktan yıllarca çıkamadı. Zamanı durdurduğu noktada henüz 37 yaşındaydı Cemal Bey.
Okulu bırakan Mahir ise babasına destek olmak istedi. Ancak Cemal Bey çalışmayınca maddi durumları iyiden iyiye bozuldu. Ölümlere karşılık alacakları tazminat hayati bir önem kazandı.
Kazadan hemen sonra bilirkişilerin yaptıkları ilk incelemelerde yolcu uçağının pilotları suçsuz bulunmuştu. Yolcu uçağının kaptan pilotu, kule ile temasa geçmiş; oradan verilen bütün talimatları harfiyen yerine getirmişti. Etimesgut’tan havalanan Çubuk 28 adlı askeri uçak ise şehrin üzerinde eğitim amacıyla ‘kör uçuş’ yapıyordu, bilirkişilere göre suç tamamen bu uçaktaydı.
Ancak iki taraf aleyhine çift taraflı açılan tazminat davalarında bu görüş tamamen değişti. Bilirkişiler, yolcu uçağını yüzde 80, askeri uçağı ise yüzde 20 kusurlu buldular. Ne olduysa suçun büyüğü yolcu uçağına verilmişti!
Dört yıl süren yargılama sonucunda 120 bin lira tazminat ödendi Cemal Bey’e. Bu rakamı çok az bulan Cemal Bey, İngiltere Kraliçesi’ne bile mektup yazdı. Kraliçe’nin yanıtı ise tahmin edileceği gibi ‘Türk mahkemelerinin kararına saygı’dan söz ediyordu.
Aldığıyla yetinmek zorunda kaldı Cemal Bey. Ama oğlu Mahir’in bilinç altında o kadar derin yer etmiş ki bu olay, çeşitli işler denedikten sonra bilirkişilik yapmaya başladı. Hem de
trafik kazalarında...
Yaşam öykünüzü bekliyoruzFax: (312) 428 53 18
e-mail: fbildirici@ hurriyet.com.tr
Mektup adresi: Anlatsam Roman Olur
Hürriyet Bürosu Cinnah Cad.No 8 K.Dere/Ankara
Web sayfası: www.hurriyet.com.tr/anlatsam
OKURA PUSULAPARÇALANAN HAYATLARUçakların havada çarpıştığı o gün, 87 kişinin ölümüne yol açmakla kalmadı. Birçok hayatın parçalanmasına neden oldu.
Askeri uçakta bulunan üç subaydan biri olan ikinci pilot Teğmen Fikret Tartar, iki ay sonra evlenmeye hazırlanıyordu. Onun ölümüyle beyaz gelinlik hayalleri kuran nişanlısı Ayfer Şenbakış’ın da yaşamı büyük bir darbe aldı. Kazadan bir hafta önce eşi ölen dönemin Konya milletvekili Ahmet Gürkan, o feci kazada da 33 yaşındaki oğlu Mustafa Gürkan’ı kaybetti. Her ölümün ayrı bir öyküsü var kuşkusuz. Ama biz sadece Akkar ailesinin öyküsünü yazabildik. Çünkü kaza sırasında 11 yaşında olan Mahir Akkar, hálá o günün acısını içinde taşıyor. Kazayla ilgili gazeteleri, televizyon programlarını ve tüm belgeleri titizlikle saklamış...
GELECEK ÖYKÜ ANTİK TİYATRODAKİ TANIŞMA