Güncelleme Tarihi:
TRT tarafından hazırlanan Hasan Ali Toptaş belgeseli ‘Büyük Umutlar’da “Yazmak benim için Hindistan’a gideceğim derken Amerika’ya varmak gibidir” diyorsun. Heba’da nasıl bir yerden yola çıktın ve vardığın yer neresiydi?
- En ince ayrıntısına kadar planlanan şey aynen inşa edilirse ben ortaya iyi bir şey çıkmayacağına inanırım. Planlanmışlığın onu zedeleyeceğine. Belki bu yüzden Hindistan’a gideceğim derken her defasında Amerika’ya varırım. Heba’da da öyle oldu; başlangıçta, minnet duygusu üzerine bir roman inşa edeceğimi sanıyordum. Öyle olmadı tabii, roman her şey üzerine başka bir şey oldu.
Heba’da olaylar arasındaki bağlar rüya geçişleriyle sağlanıyor. Ancak bu kez diğer eserlerinden farklı olarak çok daha yalın gerçekçi bir atmosfer var. Askerlik konusu mu bu kadar gerçeğe yaklaştırdı seni?
- Bu romanın hayata temas şekli diğer romanlarımdan epeyce farklı. Romanın yapısı, olay örgüsü ve romandaki mekânlar bunu gerekli kıldı biraz da. Ayrıca Bin Hüzünlü Haz’dan beri, neredeyse on beş yıldır peşine düştüğüm ve tam olarak nasıl yapılacağını da bilmediğim bir mesele vardı: Derinliği yüzeye saklamak… Üstesinden gelebildiysem, galiba bu romanda bunu yaptım.
KÖTÜLER BAZEN İYİLERDEN DAHA İYİ GÖRÜNÜR
Kendi askerliğinden ve yaşadıklarından ne kadar yararlandın romanı yazarken?
- Askerliğim neredeyse otuz beş yıl geride kaldı. Heba’yı yazarken, birtakım askeri kuralları ve nesneleri hatırlayabilmek için birkaç hafta askerlikle ilgili yerli dizileri izledim. Her romanda yazarın hayatından bir şeyler vardır elbette. Hiçbir şey olmasa bile, yazarın hayatından kelimeler vardır, kelimelerin duruşları vardır. Heba’da hamaz hikâyesinin anlatıldığı sayfalarda zikredilen birçok nesne, çocukken etrafımda bulunan nesnelerdir mesela. Tahra, nacak, ananat, boduç, hasıl, harım gibi…
Bugün anlattığın o Suriye sınırında inanılmaz bir değişim ve hareketlilik var. Ne diyorsun bu yaşananlara?
- Ben ‘Arap Baharı’ dedikleri şeye baştan beri inanmıyorum.
Kötülük gören ama gördüğü kötülüğü insanın doğasına bağlayan ve kötünün içindeki iyiye bakmaya çalışan bir yazar çıkıyor karşımıza. Kötü ne, iyi ne sana göre? Ve romanda bunu temel bir sorun olarak almaya iten ne oldu seni?
- Biliyorsunuz, yazar hep böyle bakmalı zaten, kötünün derinliklerinde yatan iyiyi de görmeye çalışmalı, iyinin derinliklerinde yatan kötüyü de. En kötü kahramanına bile bu açıyla yaklaşmalı. Kötünün ve iyinin yüzlerce tanımını yapabiliriz tabii. Bazen de yapamayız, tutulur kalırız. Ben Heba’da kötü olan varsa, daha çok o kötüyü kötü yapan şartlarla ilgilendim sanıyorum. Kesin olan bir şey varsa o da şu: Nerede insan varsa orada kötülük de var. İnsanın bulunduğu yerin şehir yahut köy olması hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Gerçek hayatında karşılaştığın en büyük kötülük ne oldu?
- Bunu hatırlamak bile istemiyorum.
İyi görünmek için gerekli olan malzeme gerçekten kötülük müdür?
- Romandaki Binnaz Hanım’ın dediği gibi, bunu ben de bilmiyorum ama kötüler bazen iyilerden daha iyi görünebiliyorlar.
ROMAN BİTTİĞİNDE KENDİMİ İŞE YARAMAZ BULURUM
Kenti tanımlarken gürültü ve kokunun izini sürüyorsun. Kasaba ve köyün tanımı nedir senin için?
- Kasaba ve köy, zamanın yavaş aktığı yerdir benim gözümde. Zamanın zaman zaman kavakların hışırtısına, bacaların kenarına yahut otların kımıltısına takılıp kaldığı ve oradan insanın zihnine doğru derin derin baktığı yerdir. Sükûnettir daha çok, sessizliktir. Göze ve zihne geniş alanlar ikram eden bir büyülü yerdir ve belki de uçan halının bol güneşli gölgesidir.
Bir romanı bitirdiğinde ne hissedersin?
- Roman bittiğinde sevinirim elbette. Ne var ki bu pek uzun sürmez, bir hafta sonra kendimi berbat hissetmeye başlarım. Hatta işe yaramaz biri olarak görmeye.
Harflerle beste yapmak olarak tanımlıyorsun yazmayı. Heba’nın müzikteki karşılığı ne olabilir sence?
- Heba’nın müzikteki karşılığı nedir bilmiyorum. Biraz sert ve pervasız bir şey olmalı.
Bir yıl boyunca aynı sayfayı yazdım
Çocuğun sapanla kuşa nişan aldığı yeri bir hayli zor yazdım. Haziran ayıydı, çocuk sapanın lastiklerini germişti ama bir türlü meşini bırakamadı. Öylece kaldı. Ben de bir sonraki yılın haziranına kadar, tamı tamına bir yıl boyunca aynı sayfayı yazdım durdum. Neden takılıp kaldığımı bilmiyorum. Şimdi bile bilmiyorum. Kuşa mı acıdım bilmem ki.
Ebecik’in kurufasulyesini aynen yapabilirim
Yıllardır yapmıyorum ama bazı yemekleri yaparım. Romanda Ebecik’in tarif ettiği kurufasulyeyi aynen yapabilirim sözgelimi. Ben köyde doğdum büyüdüm; köylerde, evde kız evlat yoksa anneler çoğu kez yufka yaparken sacın üstündeki yufkayı erkek evlada çevirtirler. Bu nedenle ben yufka da açabilirim pekâlâ. Yahut kıvamını tutturup irmik helvası da yaparım.
Gölgesizler’i perdede izlerken kitabı unutmaya çalıştım
Edebiyat uyarlamalarında, romanın etkisini filmden, filmin etkisini de romandan beklememek gerek. Bu ikisine de haksızlık olur. Sinema ile edebiyat ayrı disiplinler çünkü; dilleri, malzemeleri, imkânları farklı. Gölgesizler filmi gösterime girdiğinde, bu farklılığın altını çizmek için, sinema ile edebiyatın algı ortamları bile farklı; filmi izlemek için karanlık, romanı okumak için aydınlık gerekiyor demiştim. Filmi heyecanla seyrettim ama bütün bu dediklerimi de düşünerek seyrettim. Yalnızlıklar Hollanda’da ve Türkiye’de sahnelendiğinde de aynı düşünceyle seyrettim; kitabı unutarak. Daha doğrusu, unutmaya çalışarak.
KİMDİR
* 1958 yılında Denizli’nin Çal ilçesinde doğdu. İlk öykü kitabı ‘Bir Gülüşün Kimliği’ 1987’de, ikinci öykü kitabı ‘Yoklar Fısıltısı’ 1990’da yayımlandı.
* “Ölü Zaman Gezginleri” adlı öykü dosyasıyla 1992 yılında Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülü aldı. Aynı yıl ‘Sonsuzluğa Nokta’ adlı yayımlanmamış romanıyla Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği yarışmada mansiyon aldı ve Sonsuzluğa Nokta Kültür Bakanlığı tarafından yayımlandı.
* 1994’te ‘Gölgesizler’ adlı yayımlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. ‘Bin Hüzünlü Haz’ adlı romanıysa 1999 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü.
* Yazarın ayrıca ‘Yalnızlıklar’ adlı şiirsel metinlerden oluşan bir kitabı, ‘Kayıp Hayaller Kitabı’ adlı bir romanı, ‘Ben Bir Gürgen Dalıyım’ adlı bir çocuk romanı vardır.
* Toptaş’ın son romanı ‘Uykuların Doğusu’ 2005’te yayımlandı.
BECKETT VE ŞEHRAZAT’IN EVLİLİĞİNDEN DOĞMA BİR ÇOCUK
Babam tıpkı Beckett gibidir benim; gözleri onunki gibidir, derin çizgilerle kaplı yüzü onunkini andırır ve babamın sessizliği tıpkı Beckett sessizliğidir. Susar sürekli, kırk yılda bir sadece kısa bir cümle söyler. Annemse bir çeşit Şehrazat’tır; okuma yazma bilmez ama iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Bildiğimiz tür hikâyeler anlatmaz o; günlük hayatta yaptığı bir şeyi anlatırken onu hikâyeye dönüştürür, yinelemelerle şiirsel bir dil oluşturur, bazı cümlelerin arasında insanın dikkatini diri tutan boşluklar bırakır, bazı noktaları askıya alır ve merak yaratır. Bir yandan da hikâyeyi tutup başka bir hikâyeye ilmekler ve böyle genişlete genişlete, farkında olmadan onu kasabanın hikâyesine dönüştürür. Bu nedenle annem benim gözümde Ege topraklarında yaşayan Hatice kod adlı bir Şehrazat’tır. Dolayısıyla ben de Beckett ile Şehrazat’ın evliliğinden doğmuş bir çocuğum.