Bir zamanlar bir McQueen vardı

Güncelleme Tarihi:

Bir zamanlar bir McQueen vardı
Oluşturulma Tarihi: Şubat 15, 2010 01:00

Ben London College of Fashion’danım, Alexander McQueen ise Central Saint Martins’den. Pek kimse bilmez ama bu ikisi aslında London Institute adlı okul içerisinde iki akademidir

Haberin Devamı

ÜNLÜ MODACIYA HAYRANLARINDAN ROMANTİK VEDA 

 Kardeş okullar yani. Ama modanın Londra kökenli süperstarlarının CV’sine baktığınızda genelde Saint Martins’i görürsünüz. Bizi endüstriye yönelik yetiştirdiler, McQueen’leri ise modanın sanatçıları olarak. Biz McQueen’den sonraki tasarımcı kuşağıydık.

O dönemde, 90’ların sonunda Londra modası ve Londra’dan çıkma tasarımcılar gümbür gümbür; sadece podyumlar değil, akademiler de öyle. Okul koridorlarında binlerce moda öğrencisi içlerine McQueen, Galliano kaçmış gibi dolaşıyor. Moda dünyasında ne yaşanıyorsa, okullarda da hafiften benzerleri. Sahtelik, hırs, kıskançlık, rekabet, arkadan dolanma, en iyi olma ve yenilikçi olma arzusu...

Dört yıl boyunca bunlardan payıma düşeni aldığım için uyanık davrandım ve tabanları yağladım. Basbayağı kaçtım. Hatta bu dünyadan öylesine tiksindim ki, gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda moda dışı her alanla daha fazla ilgilendim. Sonra kan çekti ve o dünyanın göbeğine atmasam da kendimi, dışarıdan bir göz olarak içinde yer almaya karar verdim.

Tüm bunları neden anlatıyorsun derseniz, şundan: McQueen’in kendi seçimi olan acı sonunu biraz bu dünya hazırladı çünkü.

“BİR DAMIZLIK GİBİ TÜM KADINLARI  MEMNUN ETMEYE ÇALIŞIYORUM”

McQueen geçtiğimiz hafta Green Street’teki evinde kendini astı. Dokuz gün önce aşırı düşkün olduğu annesi Joyce hayatını kaybetmişti. Hayattaki en büyük korkusu annesinin kendinden önce ölmesiydi.

Kayıplarının evveliyatı da vardı aslında. En yakın dostlarından Isabella Blow üç yıl önce hayatını sonlandırmış, sağ kolu, ilham perisi Katy England onu bırakıp gitmişti. McQueen’in hayattaki iniş çıkışlarını defilelerinden takip etmek mümkündü. Bazen karanlık şovlarından hüzün ve öfke okunabiliyordu, sonra aydınlığa çıkıyordu. Hayatında kara bir delik açan Blow’un ölümünün ardından en uzun kaçışını yaptı, bir aylığına Budist kültürüne daldığı Hindistan’a göçtü.

Haberin Devamı

Daha sonra bu yolculuktan “Her şeyden uzaklaşma gezisiydi” diye söz etti. ılerleyen günlerde W dergisine verdiği röportajda sektörde dolaşan Blow ile aralarının bozuk olduğu dedikodularına isyan etti: “Sektörün bu kesimi benim hayatımdan uzak dursun. Isabella’yla ilişkimizin modayla ilgisi yoktu, modanın ötesindeydi.”
Ama olmadı, bu kez aydınlığa çıkacak takati yoktu belki. Ya da modanın sahte dünyasında “gerçek” addettiği herkes teker teker avuçlarından kayıp gidince hayatın yaşamaya değer bir yanı kalmadığını düşündü.
McQueen baştan beri sınırları zorlayan “modanın kötü çocuğu” oldu. Ama kontrolü de elden bırakmadı. Giyilemeyecek şeylerin yanında giyilebilecek yaratıcı kıyafetleri de ziyadesiyle sundu. Kimi hayal ederek tasarım yaptığı sorulduğunda şöyle diyordu:
“Yıllar içinde beyniniz çok sayıda kadın prototipiyle doluyor. Bir damızlık gibi hepsini memnun etmeye çalışıyorsunuz. Bir eşcinsel tasarımcı olarak fiziksel anlamda onlarla temasa geçmediğim için akıllarına girmem, ne istediklerini, neye ihtiyaçları olduğunu anlamam gerekiyor. Biraz beyin cerrahı olmak gibi.”
Kadınların ellerindeki en büyük gücün cinsellikleri olduğuna inanıyordu.
YAPIMCI KOCADAN PORNO YILDIZI SEVGİLİYE
Bir taksi şoförünün oğlu olarak dünyaya gelen McQueen küçükken kız kardeşlerine kıyafet dikerek alanına giriş yaptı. 16 yaşında okulu bırakıp özel dikim takım elbisenin cenneti Saville Row’da çalışmaya başladı. Ailesine eşcinsel olduğunu bu dönemde açıkladı. Annesi tercihine arka çıktı ve onu “ailenin pembe koyunu” olarak adlandırdı. Sonra Saint Martins’e girdi. Isabella Blow mezuniyet koleksiyonuna bayılıp elinden tuttu. Düşük belli pantolon trendini modada yıllar sonra yeniden patlatan, kuru kafa motifi dünya çapında kopyalanan oydu. Givenchy onu havada kaptı, 2001’de yaratıcılığının kısıtlandığı gerekçesiyle ayrıldı. Dört kez ıngiltere’de, bir kez ABD’de yılın tasarımcısı seçildi. Alexander McQueen markasının yüzde 51 hissesini Gucci Grup’a sattı, kendi kreatif direktör olarak markanın başında yer aldı. Tasarımlarını Nicole Kidman da giydi Gwyneth Paltrow, Michelle Obama ve Lady GaGa da... Blow’un ölümünün ardından 2000’de ıbiza’da Gambiyalı bir prensin yatında evlendiği yapımcı George Forsyth’ten ayrıldı ve sonrasında bir ilişkisi olmadı. Ta ki bir internet sitesi üzerinden Mr. Stag adlı porno yıldızıyla tanışana dek...
“DÜNYANIN GERÇEKLİĞE dEĞİL FANTEZİYE İHTİYACI VAR”
McQueen’in tasarımları hep derinlikliydi, yüzeyin altında ve ötesinde olanla ilgileniyordu o. Ortaya çıkan işler fanteziyle dolu yaratıcı bir beynin ürünleriydi. Modadan söz ederken çokça “evrim” sözcüğünü kullanırdı. Defilelerinin kıyafet pazarlamaya yönelik ticari bir platformdan çok bir gösteri gibi olmasının nedeni de buydu. Bazen modellere paten kaydırıyordu, onları ateşin üzerinden atlatıyordu ya da satranç taşları gibi diziyordu. Evet moda birçok şeydi ama onun için en çok bir iletişim aracıydı; mesajlarını koleksiyonları aracılığıyla iletiyordu.
Tüm tasarımcılar gibi o da geceli gündüzlü çalışıyordu. Bir koleksiyonu bitirip diğerine başlamadan önce sadece bir haftalık molası olabiliyordu, bu da yılda iki hafta tatil, geri kalan 50 hafta az uyku çok iş demek oluyordu.
Dar zamanlarda tasarımcıların garantici olmasına anlam veremiyordu; “Tamam, işimiz bu, para kazanıyoruz” diyordu ama böyle zamanlarda dünyanın gerçekliğe değil, fanteziye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Yeterince gerçek vardı.
Showstudio’ya verdiği röportajda mümkün olsa, tarihi figürler arasından en çok Marquis de Sade’la tanışmak istediğini söylüyordu: “Heyecanlı bir hayatı olmalı. Benim hayatım banal diye düşüneceksiniz...”
Sistem karşıtıydı. Sıradan bir ıngiliz’in aksine kraliyet karşıtıydı. Birkaç yıl önce ıngiliz şövalyelik Nişanı verilmek üzere Buckingham Sarayı’na çağrıldığında sadece annesi sarayı görmek istediği için gitmişti. Ama Kraliçe onu tavlamayı başarmıştı, “Çünkü çok tatlıydı, gülümsüyordu, gözleri çok  maviydi.”
En mutlu olduğu an sorulduğunda “scuba diving yaparken” diyordu.
ınternetin gündelik hayatımızın bir parçası olması gerektiğine inanıyordu ama ancak onu televizyon gibi kullanırsak... Aç-kapa yapmalı ve gerçek hayata daha fazla dahil olmaya çalışmalıydık.
Gelin görün ki McQueen kendi dediğine gelmedi ve hayata daha fazla dahil olmak yerine internetin değil, kendi hayatının aç-kapa düğmesine basmayı yeğledi. Blow’un ölümünden hayatın yaşamaya değer olduğunu öğrendiğini söylemiş, “Ölüm hayatın bir parçası. Üzücü, melankolik bir şey ama aynı zamanda çok da romantik bir şey. Bir döngünün sonu demek ve her şeyin bir sonu var. Hayat döngüsü olumlu bir şey, çünkü arkanızdan yeni şeylerin gelebilmesi için yer açıyor” demişti.
Bir noktada hayat ona ağır geldi. Arkasından yeni şeylerin gelmesi için fazla aceleci davrandı.
Dilerim şimdi bir yerlerde Marquis de Sade’la heyecana doyamıyor, Isabelle Blow’la ölümden sonra hayat üzerine konuşuyor, annesiyle kadeh tokuşturuyordur.
Bize “Bir zamanlar bir McQueen vardı” demek kalıyor.

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!