Bir sabah uyandım ki artık konuşamıyorum

Güncelleme Tarihi:

Bir sabah uyandım ki artık konuşamıyorum
Oluşturulma Tarihi: Eylül 14, 2003 00:12

Dağ gibi bir adam. Gür sesli bir adam. Rüzgarlarının nereden, ne zaman, nasıl eseceği belli olmayan bir adam. Kodu mu oturtan bir adam. Attığı her adımda ses getiren bir adam. Ne iş yaptıysa hepsini başarmış bir adam. Karikatür, tiyatro, boks, reklamcılık, yazarlık, hocalık, insan yetiştirme, arkadaşlık... Oğuz Aral o.

Özetlediğinizde bile dev bir silüet. Ve o adam, sizinle konuşurken, kelimeleri aramaya başlayınca ne halt edeceğinizi şaşırıyorsunuz. ‘‘Ne keçisiydi onun adı?’’ diyor. ‘‘Günah’’ diyorsunuz. Ama derken de bir yutkunuyorsunuz. Daha önce de Oğuz Aral'la konuştum, sohbet ettim ben. Ama teyipsiz, aletsiz. Unpluged yani. Bir nevi Çetin Altan gibiydi. Konuşmaya başladı mı, imkanı yok yetişemezdiniz. Oradan oraya atlar, kelime oyunları yapar, kavramdan kavrama, sözcükten sözcüğe,

inoriden ironiğe zıplar, sizi kıç üstü yere oturturdu. Ürperirdi hafiften tüyleriniz. Çekinirdiniz ondan. Baskın bir karakterdi. Doğuştan enerjik ve karizmatik biriydi o. Bakmayın dili geçmiş zaman kullandığıma hálá öyle. De... Ton farkı var. Aradaki azalan -onu normal insan seviyesine getiren- ton bile insanı şaşırtmaya yetiyor. Babanızda olur hani, siz küçükken o gözünüzün önünde bir ilahtır, sert ve kaya gibidir. Ve siz büyürken o yaşlanmaya, yumuşamaya başlar. O hali koyar size. Hüzün verir. Tabii Oğuz Aral'ın bu benzetmeyi kabul ettiğini veya edeceğini düşünüyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz. Asla. O hálá her şeyi, ölümü dahi, bir yumrukta yere devirebileceğini düşünüyor. Kuyruğunu hep dik tutuyor. Kabul etmiyor. Ne hastalığını ne hastalığının sonuçlarını. Ve ben ona hayranlık duyuyorum...


Hayırdır! Yazılarınızdan ve karikatürlerinizden mahrum kaldık. Yine bir küslük dönemi mi yaşıyorsunuz? Yoksa başka bir numara mı var?

- Küslük var... Yaşlılık, tekrar üretme zorluğu doğuruyor. O da küslük yaratıyor. İnsanlara küsüyorsun. Tabii bu morukluktan ileri geliyor...

Niye kendinize değil de başkalarına küsüyorsunuz?

- Söylüyorum morukluktan! Ama önce kendine küsüyorsun: Ne halt etmeye ihtiyarladın? Zorun ne? Niye yaşlanıyorsun durup dururken? Enayi misin sen! Herkes gibi 30'lu, 40'lı, 50'li yaşlarda olmak varken, 60'lar, 70'ler senin neyine? Var yani bir küslük...

Peki başka bir numara...

- O da var... O pazar günü yazı yazmak için kalktım. Sabahları çay ve sigara içmeden, gazete okuyan bir herifim ben. Aldım gazeteyi elime. Gazete dediğim de bizim Hürriyet. Allah Allah, bir gavur gazetesi gibi görünüyor gözüme. Önce anlayamadım. İngilizce değil, Fransızca değil, Almanca değil. Hangi dilde çıkarmışlar bunu! Dikkatlice bakıyorum. Okuyamıyorum. Harfler, sözcükler bana yabancı. Halbuki adım gibi biliyorum, elimdeki bizim gazete. Çünkü kapıcı öyle getiriyor. Japonca mı Çince mi? Nece bu! Gazetenin adının ‘‘H’’ harfiyle başladığını biliyorum ama ‘‘Ş’’ diyorum, söylemek istediğim hiçbir şey çıkmıyor ağzımdan. Sinirlendim tabii, sinirlenince de küfür ettim...

Küfür doğru çıktı mı ağzınızdan?

- Hayır! En kötüsü de o: Ağız tadıyla bir güzel küfür bile edemedim! Ne fena bir şey insanın küfür edememesi biliyor musun?

Yalnız mıydınız?

- Evet. Bu evdeyim. Yalnızım. Okuyamıyorum, konuşamıyorum...

MEĞER BEYİN ENFARKTÜSÜ GEÇİRMİŞİM BEN

Paniğe kapılmadınız mı?

- Yok. Ama koşarak bilgisayara gittim. Satrancımla oynamaya başladım. Tamam okuyamıyorum, konuşamıyorum ama bakalım bu sefer de... Oh be dedim kendi kendime yine yendim onu! Gidip biraz yatayım dedim, belki geçer. Kimbilir içkiyi dün gece fazla kaçırmışımdır, çok da içmemiştim gerçi. Neyse, biraz dinlendikten sonra kalktım, yine okuyamıyorum. Allah kahretsin! Yazmaya çalışıyorum, onu da beceremiyorum. Çay demek istiyorum, potin diyorum. Derken sözcükler iyice birbirine karıştı. Anlayacağın Türkçe’de konuşulan çok az lafı bir araya getirebiliyordum...

Sonra...

- Sonra... Allah razı olsun, Filiz hastaneye götürdü beni. Tabii kuyruğu dik tutuyorum. Zaten konuşamadığım için çok mahcubum. Kimsenin tahmin edemeyeceği kadar mahcup ve utangaç bir adamım aslında. Neyse, arkadaşlarım filan hastaneye koştu filan. Doktorum Bingür Sönmez. Bingür diyeceğim, ‘‘Bin’’ diyemediğim için parmağımla ‘‘bir’’ işareti yapıyorum, derdimi öyle anlatmaya çalışıyorum. Sadece ‘‘evet’’, ‘‘hayır’’ ‘‘ı-ıh’’ gibi şeyler çıkıyor ağzımdan. Önce yüksek tansiyondan şüphelendiler. 20'ye çıkmış. Acilen bir tüpe soktular beni, MR'mıymış neymiş...

Sonuç?

- Enfarktüs. Enfarktüs geçirmişim ben! Ama kalpte değil beyinde. Hani insanların beyin damarlarından biri tıkanınca eli ayağı tutmaz ya, bendeki arıza farklı oldu. Sonra pıhtıyı gördüler. Nah böyle bir şey! Kocaman. Hekimler soru sormak zorundalar. Konuşamıyorum ya, çiziyorum. Bir ara da İngilizce döktürmüşüm. ‘‘Hastane’’ kelimesini bulamıyorum. ‘‘Memory’’den ‘‘hatırlamak, hatırlatmak’’ Memorial Hastanesi'ni çıkardım. Nöroloğum fidan gibi tatlı bir kız, Gül Hanım. Bana aritmetik soruları sormaya başladı. 96 bölü 3 kaç eder? 32! Onları biliyorum. Ama konuşamıyorum. Böyle yani...

Ne kadar kaldınız hastanede?

- Bir hafta. Her yerimi delik deşik ettiler. Daha sonra yaşayabileceğim enfarktüsleri durdurabilemek için önlem almak gerekiyormuş. Yani o koyu kanı sulandırmak. Anlayacağın serum arabası bir süre en sadık yarim oldu! Kenefe onunla gidiyorum, onunla aşk yapıyorum, yatakta, hastanede, voltada hep onunlayım. Tam serum arabasına karşı fuhuşkar bir tavırda bulunacaktım ki, elimden aldılar!

Peki sizin şu anda da hastanede olmanız gerekmiyor mu?

- Bırakmaya niyetleri yoktu ama ben kaçtım! Tahammül edemedim.

Ne kadar sürdü tekrar okumaya ve konuşmaya başlamanız?

- Hálá okuyamıyorum ki. Deli gibi gazete alıyorum ama sadece bakıyorum. Ama eklerdeki bulmacaları, bilmeceleri çözebiliyorum. Rakamlarla sorunum yok. Hastanedeyken bir kantin mönüsünü getirdiler. Biraz biraz harfleri tanıyayayım diye. Gönlümde işe alfabeden başlamak var ama bu yaştan sonra yeniden ilkokul çocuğu gibi olmak...

Peki konuşma meselesi?

-
Hálá bazı kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. Biraz da kekeliyorum. Daha olayın üzerinden bir ay geçti. Geçenlerde de kanı fazla sulandırmışlar. Yine bir tehlike geçirdim. İkisinin arasını bulmak gerekiyor. Hem kanı sulandıracaksın, hem de çok fazla sulandırmayacaksın!

Konuşamamak, yazamamak sizi nasıl etkiledi?

- Acı acı güldüm. Küfür bile edemiyorsun be adam! Bir de kendimce bir marifetim vardır benim. Türkçeyi çok severim, onun için de marifetli konuşur ve yazmaya çalışırım. Çaktırmadan. Artık o yok.

Siz zaten ‘‘huysuz adam’’ın tekiydiniz. Şimdi ne vaziyettesiniz!

- Aaaa gene huysuzum! Nüfus káğıdı bu, değişmez...

Her hücresiyle hayata katılan bir adamdınız. Şimdiki röntgen neyi gösteriyor?

- Mutlaka yapacak bir şeyler buluyor insan. Figüratif ebru resimleri yapıyorum. Bak oralarda duruyor. En kötü ihtimalle özel bir meze yaparım. Benim çilingir sofralarım meşhur!

Kendinizi artık bir ‘‘izleyici’’ gibi mi hissediyorsunuz?.. Bu arada, sigara içmek intihar değil mi sizin için!

- İki soruyu bir arada sormayacaksın! 16 yaşından beri 4 paket içiyorum. Enayi bir pıhtı yüzünden ondan vazgeçecek değilim! İzleyici olma soruna gelince, hem oyuncu hem izleyiciyim. Hep öyle oldum. 13 yıldır Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro hocasıyım. Oyunculuk sıkı bir yoğunlaşma gerektirir. Nasıl bir şeydir biliyor musun, kendini kaptırırısın, rol icabı birinin gırtlağını sıkarsın. Ama iyi oyuncu kendini dışarıdan da izleyebilen insandır. Hayatta yaşarken de durum farklı değil. Hem kendini yaşayacaksın, istediğin boku yiyeceksin ama aynı anda kendine uzaktan bakabileceksin. Biraz şizofrenik bir durum. Ama anladın değil mi? İzleyici olmam, birilerinin burnunu kırmayacağım anlamına gelmiyor...

Yani yazamamak, adam gibi konuşamamak size koymuyor...

- Hiç öyle arabesk bir herif olmadım ben. İstediğim gibi konuşamıyor muyum, şarkı söylerim. Hem kekemelik sorunu da kalkıyor o zaman! Sonra bağlama çalarım. Bakarsın kaset bile yaparım! En kötü ihtimalle bu halimle politikacı olurum. Bakan filan.

Peki şu anda bünyeniz hangi tepkiyi veriyor? a) Ben hayatın artık ucundayım. Ne olup bittiği umrumda bile değil b) Hayata asılmadan teslim olana kahpe derler.

- Abuk sabuk bir soru! Bir daha sor!

Soru şu aslında: Bünyeniz Allah’a şükür kuvvetli. Ama boru değil, beyin enfarktüsü geçirdiniz. Ve hálá pofur pofur sigara içiyorsunuz. Korkmuyor musunuz? ‘‘Ulan! Ben hayatın kıyısındayım. Sağlığıma biraz daha dikkat etmeliyim!’’ demiyor musunuz? Soru bu değildi ama artık oldu...

- Enayi bir pıhtı beni öldüremez! Ancak yapmak istediğim güzel şeylerden bir iki tanesini engelleyebilir. Söylüyorum yapacak başka şey bulurum. Mesela zamparalık yaparım!

KADINLARI YÜCELTMEYİ BECEREMEDİM

Kadınlarla işiniz bitti mi sizin?

- Biter mi?! Onlar beni gömer. İnşallah yani! Anneden karıya, karıdan sevgiliye, sevgiliden kıza, kızdan toruna... Böyle bir hayatımız var hepimizin. Bak bu resimdeki benim torunum. Nasıl güzel bir kaltak değil mi?

Kadınlarla itişip kakışan biri misiniz?

- Onlar lütfettiler. Her zaman.

Neyi?

- Yaşamı, keyfi, sevinci, zevki... Hep bana lütfettiler. Ben çok şanslı bir köpeğim!

Ben sizin kadınlarla ilişkinizi hiç bilmiyorum. Nasıl bir sevgili, nasıl bir áşık, nasıl bir kocasınız siz? Allahın belası bir herif gibi duruyorsunuz ama aynı zamanda çok cazibeli, rüzgarına kapılacak bir adam...

- Hepsi bir arada galiba. Ama sanıyorum onca güzel hanımı şey ettim ben...

Ne ettiniz? Üzdünüz mü?

- Hayır canım! Her şey etmişimdir. De... Bir şey hariç: Yeterince yüceltemedim.

Neden?

- Beceremedim!

Hep kendinizle meşgul olduğunuz için mi?

- Hayır. Bilmediğim için. Yetenekli değilim bu konuda.

Onlar ne hissediyordur: ‘‘Kıymetimizi bilmedi bu herif!’’ mi?

- Yok. Onlar hep bağışlayıcıdır. Bağışlarlar.

Bir duruşunuz da sağı solu belli değilmiş gibi...

- Öyleyim.

Hani durduk yerde bir tane çakabilir ya da kafa atabilir gibi...

- Doğru çünkü terbiyesizliğe, haksızlığa, edepsizliğe tahammülüm yok... Ha bir de eski boksorüm ben! İhtiyar Boksörler Kulübü’nü kurduk. Arada genç çocukları çalıştırıyoruz. Ama boksörlerin de insanlara göstermek istemediği bir gözyaşı olabilir....

ESKİ SÖZCÜKLERİMİ BULABİLSEM

Karınız sizin için ne ifade ediyor? Ve kaç yıldır birliktesiniz?

- 40. Bana çok büyük katkısı olmuştur. Özellikle de Gırgır döneminde. Sırtımı bir kadına dayamadan birtakım şeyleri asla hayata geçiremezdim. Kimse beceremez. Belki Atatürk yapmıştır. Ama ben yapamazdım. O yüzden benim için özeldir. Her zaman. Ona edebilecek bir lafım yok.

İyi de nasıl tanımlarsınız hislerinizi?

- Hayranlık. Saygı...

Aşk değil yani!

- Şimdi aşkı karıştırma! Senin tanımladığın aşkla benimki arasında çok fark var. Zaten aşk denilen şey çok yanlış tarif ediliyor. Yunus Emre için başka bir şey aşk. Bir zampara için başka...

Hayranlık ve saygı da bir tür aşk...

- Yani... Becerebilsem eski sözcüklerimi bulmayı... Sana yarım saat anlatırdım aşkın ne olduğunu. Tabii ki aşk karıma duyduğum...

O enayi pıhtı eşinizi nasıl etkiledi? Neler hissetti?

- Ne hissetmiş olabilir sence...

Ne bileyim. Üzüldü, kahroldu...

- Hayır. En kötüsünü hissetti: Çaresizlik! Sokakta bile birisi kaza geçirse mahvolursun. En zoru seyreden kişi içindir...

‘‘O beni aldı hastaneye götürdü’’ filan demiyorsunuz. Yani onu pek anlatmıyorsunuz?

- Çünkü bunlar seni ilgilendirmiyor!

Peki.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!