Bir kara köpeğin bana ettikleri

Güncelleme Tarihi:

Bir kara köpeğin bana ettikleri
Oluşturulma Tarihi: Ocak 19, 2005 11:49

Sabah erken kalktım, öyle icap etti, sabahın köründe gazeteye geldim. Bir Allah’ın kulu yok henüz. Gazeteler de daha dağıtılmamış. Hava karanlık, yazı işlerinin çiğ ışığı uykusuz gözlerimi yoruyor. Ayağımı Red Kit gibi masaya uzatıp, başımı biraz geriye atıp, yumdum gözlerimi. O sırada radyoda Black Dog çalıyordu. Led Zepplin sabah sabah gürültülü ama...

Hey, hey, mama, said the way you move
Gonna make you sweat, gonna make you groove.
Oh, oh, child, way you shake that thing
Gonna make you burn, gonna make you sting.

Hey, hey, baby, when you walk that way                                                                    Watch your honey drip, can't keap away.

Ah yeah, ah yeah, ah, ah, ah...                                                                                       Ah yeah, ah yeah, ah, ah, ah...

*                                               

Bir an uykuya düşer gibi oldum...

Ben sanki bu rüyayı daha önce de gördüm...

Cumartesi öğlen okuldan çıkmışız Kemal’le, tünelle Beyoğlu’na, kaldırım kaldırım (evet, eskiden trafik vardı İstiklal Caddesi’nde, dar ve kalabalık kaldırımlarda yürümek bir marifetti) Elmadağ’a ulaşmışız. Hedef önce Pub Divan, ardından Dolmabahçe Stadı...

Demek ki o zamandan başlamış “kapıcı karısı” kavgamız. Ben hızlı yürüyorum, Kemal arkadan bağırıyor “Ağır ol lan, kapıcı karısı gibi arkada kaldık...” Gençlik, dizlerim tutuyor henüz...

Bir hafta aç kalıp harçlık biriktirmişiz. Kent Pasajı’nda berbere de gitmişiz, faça yerinde. Genciz dedim ya, zımmmba gibi. Herşey önümüzde daha, herşey mümkün, almak için uzanmak kâfi...

Karaköy’ün keşhaneleri, Tophane’nin batakhaneleri... Şişli’ye, Nişantaşı’na terfi ettiğimiz yıllar.

Karaköy’ün kızları kesmiyor bizi artık...

I gotta roll, can't stand still,                                                                                             Got a flame in my heart, can't get my fill,                                                                       Eyes that shine burning red,                                                                                     Dreams of you all thru my head.

Ah ah ah ah ah ah ah ah ah ah ah ah ah.

Hey, baby, oh, baby, pretty baby,                                                                                  Tell me what you do me now.

Hey, baby, oh, baby, pretty baby,                                                                                  Tell me what you do me now.

*

Pub Divan’ın vestiyeri bir teklik, çok para. Montun üstüne otururuz icabında. Bir döner, bir salata, bir kadeh kırmızı şarap, taş çatlasa on kağıda.

Önemli olan, kızlar yan masada.

Bakıp gülüşüyoruz, acıcık kesişiyoruz. Çoğu bizim okullu, ama aramızda sarı badanalı duvar ve zebanî gibi ‘sörler’ var... Neyseki kızlar bizden daha cüretkâr da ilk lafı onlar atıyorlar. Artık - siz elektriklenme yahut yakınlaşma diyorsunuz ya şimdi buna - artık flörtün hangi safhasındaysak, ya birlikte yokuş aşağı maça, ikinci yarı kapıları açarlar, giriş bedava, ya da (içimiz gidiyor, burnumuz sızlıyor) işler biraz daha ileri gitmişse ne âlâ, Hidromel’e, Scotch’a, Tiffany’ye, ileriki yıllarda Regine’e, zaten dans bahane, maksat şöyle karanlık bir köşede...

30 sene be Kemal, 30 sene...

Ulan bir slov çal be usta, bir slov çal sen de...

*

Derken bir tıkırtı oldu, temizlikçiler galiba, gözlerimi açtım.

Hava az da olsa aydınlanmış, Led Zepplin de susmuş, yerini Orson Welles’e bırakmış:

I know what it is to be young but...                                                                                                                             you don't know what it is to be old

Kemal, ne diyo lan bu?

Haberin Devamı

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!