Hangi birini anlatmalı ki? Bir Gece Kuşu. Ama yıllar önce bu ismi taşıyan programının daha ilk bölümünde, ‘bir gecede’ ünlü olduğundan değil; sahiden de sabah dokuzda, o da iki saat sürecek uykusuna yatana kadar uyumadığı için... Bir Televizyon Çocuğu. Yine yıllar önce aynı isimli programıyla ününe ün kattığından değil, televizyona çok yakıştığı için...Bir sosyal model. ‘Köyümüze elbirliğiyle kütüphane yapalım’ türünden duyarlılıklara bayıldığından değil, büyük depremden sonra ilk eğlence programını yapabildiği, önemli ulusal kampanyalarda sunucu olarak ilk akla gelenlerden olduğu için... Sonra sıkı bir sinema oyuncusu. Fotoğrafçı. Konuşmayı ‘dehşetle seven’ bir hiperaktif; dolayısıyla en ukalasından, reytingi olan bir şovmen; etkili bir reklam oyuncusu; bir zamanlar tiyatro yönetmeni; stüdyo tasarımcısı; başarılı bir dublaj sanatçısı; Zaga fenomeninin başaktörü, paparazzilerin can düşmanı; kötü televizyoncuların belalısı, hepsi... Şimdilik biraz yazar, azıcık gitarist, belki geleceğin akademi öğrencisi, ardından hocası, daha ileride Kültür Bakanı... Hakkında bilinmedik pek bir şey kalmamışken, şimdi niye Okan Bayülgen derseniz; son olarak ‘herkesin konuştuğu’ tartışma programını yarattı ve başarılı bir şekilde sürdürüyor. Ve bu program yüzünden ona ‘özüne dön’ diyenler oldu; ‘Sen şovmensin, şovmen kal’ kontenjanından... Oysa böyle düşünen fakülte dekanları sit-com’larda oynayabiliyorsa, o da ‘ciddi’ bir tartışma programını değme tartışmacılardan daha iyi yapabileceğini gösterebilirdi. Öyle yaptı. Şu aralar, NTV’deki Herkes Bunu Konuşuyor’la, Kanal D’deki Zaga arasında kendi reytingini bölmekle meşgul... 23 Mart 1964’te İstanbul’da doğduğunda (ve tabii ‘artık büyüdü’ denecek yaşa gelene kadar), şu bildiğimiz adamın tıpatıp ama küçük halidir. Bol bol boşanılan ve yeniden evlenilen bir ailenin içine doğduğu için, birkaç dedeli, iki babalı, iki anneli, ‘zengin’ bir çocukluk geçirir. Öz babası hukukçu Ümit Bayülgen’dir ama ressam annesi Ayla Hanım’ın daha sonra evlendiği İsmet Görgün’ü de gerçek babası kabul edecektir (O da onu evlat edinir). 19-20 yaşına kadar, yatılı okul yatakhaneleri dışında, anneannesinin Şişli’deki apartmanında ya da Bostancı’daki bahçeli sayfiye evinde, annesinin Ege ve Güney’deki evlerinde, babasının evinde birer odası olur, her birinde kendi dünyasını kurar.Türkiye’nin ilk kadın ceza hakimlerinden olan anneannesi Rahime Hanım’ın eski ve sonraki eşleri, yani iki dedesi, çocukluğunun en baş kahramanlarıdır. Öz dedesi Hamdi Üge, bütün servetini başarıyla sonuçlandırdığı ceza davalarından edinmiş, zarif bir İstanbul beyefendisidir. Üvey olmasına rağmen torunları arasında en çok Okan’ı seven diğer dedesi Muammer Akman ise askeri okuldan mezun olduktan sonra kimya okumuş, Hitler hayranı bir ‘tatlı faşist’tir. Bayülgen’in belli ki pek çok özelliğini aldığı, başarı timsali, güçlü karakterlere sahip her iki dede de öyle tonton, kolay yaşlılar sayılmazlar; aile fertleri arasında her daim varlığını koruyan mesafe, onlarla ilişkide saygıyla korku arasında gidip geldiği için, biraz daha açık-aradır. Ancak hiddetlendiğinde, koskoca ceza hakimi Rahime Hanım’ı bile kaçıran Muammer Bey, Okan’ın o uyurken her yanını bağlaması gibi yaramazlıklarına bile sesini çıkarmaz.O her zaman farklı bir çocuk olmuş, hep özel muamele görmüştür.KARİZMA LİSE YILLARINDANÇocukluğunun bir başka önemli figürü ise o altı yaşındayken intihar eden, Rahime Hanım’la Muammer Bey’in tek oğlu, Siyasal Bilgiler öğrencisi Atilla dayısıdır. Sanki çok uzun sürmüş bir ilişkiymiş gibi, onun gizemi hálá içindedir; hiç bitmeyecek bir ilişkidir bu. Travma yaratacak kadar uzun süre gizlenir ölümü ondan; gitarı, kitapları, fotoğrafları da bir bir alınır elinden. Aslında hiç söylenmez öldüğü, kendisi parçaları biraraya getirip öldüğüne karar verdiğinde ilkokulu bitirmiştir. Bostancı’da ve Şişli’de süren, kabuslar ve güzel anılarla dolu debdebeli hayat da Atilla’nın ölümüyle sona erer, yerini hayatı boyunca onun da üzerine sinecek hüzne bırakır.Sonradan anlatılanlara göre haylaz bir çocuk değildir; ama elbette meraklı, soran, ‘dikkatle’ karıştıran. Fazlasıyla hayalperest, sürekli kahraman. 1970 yılında, annesiyle babası, boşandıklarını anlamasın diye onu Göztepe’deki Taş Mektep’e yatılı gönderir. Hiçbir zaman ağlayan zırlayan bir çocuk olmadığı için, hüzünlü yatakhane anıları yoktur. Zaten yaramazlıktan dolayı birkaç kez kalorifer dairesine kapatıldığı ortaya çıkınca, derhal alınır o okuldan, Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nu bitirir.Sonra
Galatasaray Lisesi yılları başlar. Solculuk ve ilk gençlik aile reddedişleri gibi nedenlerle, meydanda gazete sattığı; aşık olduğu kızla birlikte bütün paralarını yatırdıkları resim kitaplarını evde bırakmaya kıyamayıp yanlarındaki iki bavulla gezdirdikleri; aynı zamanda birbirlerinden de ayrılamadıkları için okulla tuhaf bir ilişki kurduğu yıllardır bunlar. Bir sene takdirle geçerken, sonraki sene sınıfta kalmacasına... Sınıf arkadaşları onun da onlarla beraber Galatasaray’dan mezun olduğunu sanır. Oysa 11. sınıfta, sınıf üç şubeye bölünmüş, herkes onun başka bir şubede olduğunu düşünmüştür. Halbuki, okulda yokken bile var sanılacak kadar güçlü mevcudiyeti, annesinin ‘oğlum aşk hastalığından liseyi bile bitiremeyecek’ paniğiyle derdest edilip Bodrum’da bir liseye yazdırılmıştır çoktan. Ama oradan da değil, Şişli Lisesi’nden mezun olur (1984).Bu arada tüm evlerdeki odalarında, müzik aletleri, resim malzemeleri, kitaplar arasında fotoğrafçı, ressam, müzisyen, avukat, romancı, gazeteci olmak isteyip durur. 16 yaşından, sıkılıp hepsini sattığı 26 yaşına kadar fotoğraf makineleriyle yapışık yaşar. Resimde başarılı değildir, bu yüzden annesi resim yaparken yanında, dünya, insanlık, iyilik kötülük üzerine, kendi çapında makaleler yazar. Daha o zaman başlar ‘Neden böyle kardeşim?’ diye sormaya...Liseyi bitirdiği yıl, fotoğraf okumak amacıyla gittiği Fransa serüveni de tam ona yakışır gelişmelerle doludur: Tours Üniversitesi Hukuk ve Ekonomik Bilimler Fakültesi’nde hukuk okumaya başlar. Öğrenci işlerindekilerin aklını karıştırıp ekonomiye geçer. O arada yine aşık olur. Tüm Fransa’yı otostopla dolaşırken, antikaya merak sarar. İstanbul’u, oradaki sevgilisini, arkadaşlarını özler, döner. İşletme mi, iktisat mı derken tiyatroyla ilgilenen sevgilisinin sınava 15 gün kala çalıştırmaya başlamasıyla Mimar Sinan Üniversitesi konservatuvar sınavlarına girer, kazanır. Nedense, ‘bunun bizim aramızda ne işi var?’ bakışlarına maruz kaldığı bu okulu bitirir (1989). Hatta yeterliliğini vermediği bir de master yapar. Okurken, Ali Poyrazoğlu’na skeç, yarışma programlarına soru yazmak, fotoğraf çekmek gibi pek çok iş yapar. Her zaman çalışır, hiç parasızlık derdi olmaz. Ailesindeki diğer insanlar gibi. Sonraki dönem (1989-94), Devlet Tiyatroları’ndadır. İstanbul ve Trabzon’da, en genç yönetmen olarak Kamuoyu’nu sahneye koyar. Aslında oradaki geleceği yönetmenlikte gibi görülmektedir ama iki oyuncu tesadüfi olarak (onun bir dahli olmadan) bacağını kırınca, yönettiği oyunlarda oynamak zorunda kalır. Böylece oyuncu yönü de ortaya çıkar. Sonra, ilki Mustafa Altıoklar’ın teklifiyle gelen İstanbul Kanatlarımın Altında olmak üzere, yedi filmde rol alacaktır.En eski özel radyoculardan biri olarak Kent FM’de, sonra Radio Contact’da, elbette ukala ukala konuşmalı programlar yaparken, televizyona geçer. Gece Kuşu’nun ilk gecesinde adını tüm Türkiye’ye duyurur. O günden, pardon geceden sonra, antipatik göründüğü sırada sevimli olabilmeyi başaran yegane şovmen olarak, zekasına hayran bırakarak hep hayatımızdadır. ASLINDA ACAYİP VESVESELİGeceler boyu milletin telefonunu yüzüne kapatır, fırçalar, susturur, şarkı söyletir, dans ettirir, üzerine tükürdüğü için kibarca özür diler, acımasızca eleştirir, kısaca zagalar. Hem kızılır, hem sevilir. Onu küstah bulanlar vardır elbette ama belki de riyakar olmamak tam da böyle bir şeydir.Ama eleştirinin dozu giderek artarken süresi de uzar, bazen kendini kaybeder, konukları unuturcasına doğaçlama tiradlar atar. Üstelik hepsini yaparken feci kontrollüdür. O sırada kullandığı tek ‘uyarıcı madde’ adrenalindir. Kelimenin gerçek anlamıyla ‘bağırıp çağırarak’ kendini dinletir. ‘Boş konuşma’ programı der Zaga için ama haksızlık eder; çoğunun arkasında sağlam bakışlar, sıkı eleştiriler mevcuttur.Evde sütlaç kıvamında olduğu zamanlar fazladır, sanıldığının aksine ekibiyle kamera arkası ilişkisi de oldukça şefkatli ve dostçadır. Üstelik onlar kadar, onlardan çok çalışır; programlarının stüdyo tasarımından diyaloglarına her aşamasında vardır. O zaman bu hal nasıl açıklanır? Felsefi olarak açıklamak gerekirse, belki Nietzsche’nin dediği gibi, bütün harikalar ancak ürpertici kılıklara büründüklerinde insanların kalbinde bir yer edinebildiğinden... Belki sadece çok korktuğu için; göründüğü gibi rahat değil, acayip vesveseli bir adam olduğundan... Arada gittiği psikiyatr da ona bu işi düzenli yapmamasını salık vermiştir zaten!Aslında yaparken kendini nasıl kaybettiğine bakılırsa, çok sever işini; ama televizyonda yapılan ‘aptalca’ işler, bu ülkede olup biten saçmalıklar, insanların büyük büyük paraları kazanmayı bitirememiş olmaları, harcamak konusundaki görgüsüzlükleri kadar, yaptığı işten, hatta Okan Bayülgen olmaktan da sıkıldığını sık sık hissettirir.İşte o zaman, 17 yaşına kadar neleri hayal ettiyse, onları düşünmeye başlar. Şimdilerde olduğu gibi. Yeniden gitarcı olmak, romancı, fotoğrafçı, üniversitede öğrenci; sonra hoca olmak, tiyatro sahnelemek,
film yönetmek, baÅŸkalarının filmlerinde oynamak, moda fotoÄŸrafı, reklam filmi çekmek, Zaga’yı müzik grubu yapıp albümünü çıkarmak, grupla sahnede varyete yapmak, Kültür Bakanı olmak ve (böylece Meclis’e gidip geleceÄŸi ve geceleri artık erken yatacağı için) çocuk sahibi olmak ister. Yani, odalarında hayal kuran o küçük, mesafeli, meraklı çocuÄŸun, tıpatıp ama büyümüş halidir sadece...Â
button