Bilinmeyen anlara yolculuk

Güncelleme Tarihi:

Bilinmeyen anlara yolculuk
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 18, 2012 19:48

En son 2007’de çıkardığı Suskunlar kitabıyla çok konuşulan usta yazar Ali İhsan Oktay’ın yeni kitabı yolda. 3 Eylül’de İletişim Yayınları’ndan çıkması beklenen ‘Yedinci Gün’ isimli romanında bilinen zamanların bilinmeyen yolculuklarına çıkacaksınız. İşte kitaptaki bu yolculuktan bir bölüm...

Haberin Devamı

TADIMLIK

‘Peygamber öküzü’

Huysuz ihtiyarın suratı sivilceli torunu ise taş çatlasa 15 yaşındaydı ve camları şişe dibi gibi olan, kir içinde, dokuz numara bir de gözlüğü vardı. Sol yanağındaki sivilceler dâimâ patlak olurdu. Çünkü en ufak bir hatasında bu yanağa, dedesi tarafından bir şaplak çarpılırdı. Dede ve torun fırıldak benzeri, tezgâhtaki mengenelere tutturulmuş, ama ince ve hayli uzun, ahşap bir nesneyi itinâyla zımparalıyorlar, arada bir de kumpasla orasının burasının kalınlığını ölçüyorlardı. Delikanlı zımpara faslına devam ederken, bir yandan da içindeki mûsikîye kulak veriyor olmalıydı ki, dizleri üzerinde yaylanmaktaydı. Derken Aman Baba dışarıdan bağırdı:

/images/100/0x0/563db35ff018fb32c8ef73ce
“Pervâne hesaba tam uygun raspalandı değil mi? Her kısım gibi bu da muvâzin olmalı.”
İdris Dede cevap verdi:
“Merak etmeyesin. Evlâdım gibi raspalayıp gözüm gibi zımparaladım ve defalarca muayene ettim. En fazla 2 gram hata çıkar. Ama bu beyinsiz her şeyi mahvediyordu az kalsın! Bir numara kalın zımpara kullanıyordu. Peygamber öküzü!”
Dedesinin paylaması Selahattin’in ağırına gitmişti. İhtiyarın zıddına basmak için, “Fakat mühendis ‘Bu numarayla zımparala,’ demedi mi bize? He o dönme olmasına dönme ama adam mektepli. Senden iyi bilir bu işi,” deyince İdris Dede, “Çocuklar başı deli Selo!” dedi. “Gerçi adam mektepli malûmâtlı. Ama ben de bu işin feriştahıyım. Aman’dan dört gömlek fazla eskittim. Pervâneye daha formel süreceğiz. Onun dediğini yaparsak formel zor tutar.”
Koskoca pervâneyi tezgâhtan söküp tarttıklarında sadece 1 gram hata çıkmıştı. Şimdi sıra mühim bir işe gelmişti: İhsan Sait Bevval’e sandık yüklü arabayı içeri sürmesini söyledi. Denilen yapılınca sandığı levyeyle açtılar ve samanların içinde, Şokai Otomobil Kumpanyası’nda imâl edilen, pırıl pırıl kırmızıya boyalı tayyâre motörünü görünce içleri bir hop etti. Derhâl dört dönmeye başladılar: Cezbeye tutulmuş bir hâlde, yukarıdan zincir sarkıtıp kancasına motörün kulpunu geçirdiler. Kanatları henüz takılmamış tayyârenin gövdesini, kuyruğundan ihtimâmla sürükleyip, asılı duran motörün önüne getirdiler. Ön kısmın iç tarafı, ihtizâzı emmesi için mantar kaplıydı. Soluklarını tutarak motörü buraya yerleştirirlerken canları içlerine sığmıyordu. Cıvatalar kılı kırk yararak tek tek sıkıldı, benzin ve yağ boruları, kumanda telleri bağlandı. Tayyâre önden yere kapaklanmasın diye motörün altına bir sehpa kondu. Tesviye ruhuyla gövdenin ufkî vaziyete geldiğinden emin olunduktan sonra pervâne göbeğe takıldı. Ardından pervâne göbeğinin cıvataları çaprazlama ve teker teker sıkıldı. Bir şâkül yardımıyla ayarı yapıldı. Sıra kanatları takmaya gelmişti. Ama titizlik gerektiren bu işler onları yormuştu. Bu yüzden paydos ettiler. Az sonra, Bevval’in pişirdiği nohutla bulgur pilavını mideye indirdikleri için hepsine bir ağırlık çökmüştü. Zâten yatakları tayyârenin yanına çoktan serilmişti. İçtiği ayranın tesiriyle uyku bastıran İhsan Sait yatağına uzandı ve hemen yanı başında yatan, Sultanahmet Hapishânesi’nde rahata iyice alışmış Bevval’i dürtükleyip uyandırdı. Homurdanan kambura, hemen gidip abdest alarak lüzum gelen duaları okuduktan sonra o gece istihâreye yatmasını, ertesi sabah gördüğü rüyayı ona anlatmasını tembihledi. Çünkü bu dindar kamburun, rüyasında istikbâli görebileceği kanaatindeydi. Rahat yatağından kaldırılıp üstelik bir de o ayazda buz gibi suyla abdest almak zorunda bırakılan Bevval, diş gıcırdata gıcırdata, elinde ibrik ve leğenle dışarı çıktı. İhsan Sait, onun dua fısıltılarını dinleye dinleye çoktan uyumuştu. Bevval, “Ya bismillah!” dedikten sonra yatağa uzandı ve yorganı boğazına kadar çekti. Az sonra dalıp gitmişti. Hâl böyle olunca, onun usturayla kazınmış kafasının içinde bulunan dimağı da onca hile hurdaya paydos ettiğinden olsa gerek, kambur bir çocuk kadar mâsum, dolayısıyla hakikate açık olmuştu. İşte bu yüzden rüyada kendini, bir melek gibi göklerde gördü. Ama vakit geceydi. Tepede yıldızlar ve dolunay vardı. Buz gibi bir rüzgâr esiyor, zavallının ilikleri donuyordu. Tam bu sırada dolunayın ışığı altında, okyanuslardaki balinalardan misliyle büyük, heybetli ve devâsâ bir hava sefînesi gördü. Sefîne havada asılı kalmış gibiydi. Işıkları sönüktü ve gökte yol almasını sağlayacak pervâneleri belki seneler önce istop etmişti. Pencerelerinin soğuktan çatlamış camlarından bakılsaydı, belki rüzgârın tesiriyle bir sağa bir sola dönen dümen tamburası görülebilirdi. Sefînenin arkasındaki dümenleri ise hava cereyânı sağa sola çevirip yukarı aşağı kaldırıyordu. İstikametini, Kader’in üflediği rüzgârlar tâyin ediyor gibiydi. Ama hava aşırı derecede soğuktu! Bevval uyandığında, yorganının üzerinden kaymış olduğunu fark etti. Leylâk desenli örtüyü üzerine çektikten sonra yine uykuya daldı. Ama bundan sonra gördüğü rüyaları hatırlayamayacak, işin kötüsü, bu nedenle patronu İhsan Sait onun imânından şüphe duymaya başlayacak, belki arkasından lâf bile edecekti.
Yedinci Gün, s. 117-119.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!