Güncelleme Tarihi:
Onlar aksiyonu, belayı sürekli sinemada ararlar bizim ise ihtiyacımız yoktur, fıtratımız gereği hayat bunu ‘doğal’ akışı içinde sunar...…Evet, arada bir 11 Eylül’leri olur ama arada bir...…Bizim derdimiz ise hiç bitmez, ‘Roboski, Reyhanlı, Soma… Sinemamız yetişmez, yetişemez hayatımıza… Böyle zamanlarda salonun yolu tutulur mu, hele hele acımız bu denli tazeyken… Bilemiyorum, ben üzerime düşeni yapayım, gittiğim filmin eleştirisini sizlerle paylaşayım, karar sizin… Kim bilir, hemen gitmezsiniz ya da kafayı dağıtmak için geçersiniz perdenin karşısına…
Neyse, haftanın albenisi en yüksek yapımı ‘Godzilla’...… Malum, kökleri itibariyle bir ‘Made in Japan’ etiketi taşıyor kendileri… Gölgesini ilk kez 1954’te, günün kıt kanaat teknolojik imkânlarıyla düşürdü. Japonya sevdi bu mahlûkatı, uzun süre baş tacı etti, sinemasının en önemli uluslararası figürlerinden biri haline getirdi. Hollywood ise yıllar yıllar sonra, 1998’de Amerikan topraklarına taşıdığı bir macerayla daha bir ‘Enternasyonel’ kimlik kazandırdı ‘God-
zilla’ya. Şimdi öykü bir kez daha ‘sıfır’lanıyor ve tekrar 50’li yıllara gidilerek yaratığın hem ‘kısa künyesi’ne, hem de şimdiki zamandaki yolculuğuna tanıklık ediyoruz. 2000’lerin ‘Godzilla’sında kamera arkasına Gareth Edwards geçmiş. Yönetmenlik kariyerinde uzun metraj olarak TV filmi ‘End Day’ ve 2010 yapımı ‘Monsters’ bulunan Edwards, ‘Canavarlara olan hâkimiyeti’ (!) dolayısıyla olsa gerek yeni projeyi kapmış herhalde.
Namı diğer Gojira
Kısaca öykü dersek; 1999’da nükleer bir reaktörde çıkan patlamada eşini kaybeden ama olayın arkasındaki esrar perdesini çözemeyen Amerikalı mühendis Joe Brody, yıllar sonra olay mahalline geri döner ve bu kez meseleye hâkim olur. Eski nükleer atık, ‘MUTO’ (‘Massive Unidentified Terrestrial Objects’ yani, ‘Tanımsız ağır yabancı nesne’) adı verilen bir mahlukatın gelişimine yol açmıştır. Dev bir çekirgeyi andıran MUTO, kanatlanır ve yönü belirsiz bir yolculuğa çıkar. Çok geçmeden derdi anlaşılır, benzer şekilde Nevada’daki atıkların yarattığı dişisini aramaktadır. Amma velakin doğada öyle bir düzen vardır ki, bu yaratığın en büyük düşmanı ‘Godzilla’dır ve bir anlamda ‘Uyuyan dev’ uyandırılmıştır… Final maçı Amerikan topraklarında oynanacak, bu arada mühendisin asker olan oğlu devreye girecek ve kahramanlığını gösterecektir...…
Ronald Emmerich imzalı 1998 yapımı ‘Godzilla’ pek beğenilmemişti, lakin ben o filmden tat aldığımı ve özellikle Brooklyn Köprüsü sahnelerini beğendiğimi hatırlıyorum. Şimdiki zamanın ‘Godzilla’sı da eğlenceli bir oyuncak olmuş. Üç devasa yaratığın mücadelesi ‘Transformers’ları ama daha çok ‘Pasific Rim’i akla getiriyor. Film özellikle Honolulu’da geçen ‘tsunami’ sahnelerinde, Golden Gate’deki kapışma bölümlerinde ve Godzilla’nın suları yardığı anlarda bence çok başarılı.
Oyunculuklara gelince mühendis Brody’de, ‘Breaking Bad’ın Walter White’ı Bryan Cranston’ı izliyoruz. Ama bu karakterin öyküdeki süresi kısıtlı, ki karısı Sandra’yı Juliette Binoche canlandırıyor, Fransız yıldızın süresi ise ‘Bir arkadaşa bakıp çıkacağım’ tadında. Çiftin oğulları Ford’da ise karşımıza, ‘Anna Karenina’da Kont Vronsky rolünde izlediğimiz Aaron Taylor-Johnson çıkıyor. Filmin bence ağır topu Dr. Serizawa’da karşımıza gelen Ken Watanabe. Özellikle ‘Iwo Jima’dan Mektuplar’da destan yazan Japon aktör, “Biz ona Gojira deriz” derken filmin en ‘Cool’ cümlesini kuruyor. Mike Leigh’in ‘Happy-Go-Lucky’siyle tanınan Sally Hawkins de Dr. Serizawa’nın asistanı Vivienne Graham’ı canlandırıyor.
Sonuç? Ana öyküye halel getirmeyen eğlenceli bir aksiyon olmuş ‘Godzilla’… Elbette öyküde manasız bölümler, gereksiz kahramanlık tiratları var ama işin doğası bu; Hollywood varsa, hamaset de vardır...