Güncelleme Tarihi:
Okuduğum bir kitapta rastladım bu cümleye.
Şöyle diyordu: ‘Aklımızdan geçen her şey, her düşünce beynimizde yeni bir pencere olarak açılır. Ve bu pencerede, görmek istediklerimizi düşünür, hayal eder, somut olanları da eyleme geçiririz.’
Bu cümleyi okuduktan sonra doğal olarak aklıma şu geldi hemen. Gün içinde kim bilir kaç pencere açılıyor beynimizde, düşünsenize!
Dakikada on konu düşünsek, varın hesaplayın.
Beynimizde açılan bu pencerelerden yansıyanların ve göreceklerimizin güzel olması için olumlu, renkli ve güzel şeyler düşünmeliyiz ki, açılan pencerelerden güzellikler yansısın ruhumuza ve de hayatımıza.
Renkli düşünceler deyince…
Kırmızının aşkı ve tutkuyu, mavinin huzuru, beyazın saflığı, yeşilin canlılığı, sarının neşeyi, morun enerjiyi, grinin hüznü ve de siyahın ölümü çağrıştırması…
Tabii ki kırmızı, mavi yeşil gibi cıvıl cıvıl renklerin yanı sıra netliği çok belli olan siyah da…
***
Önce bir kıvılcım çaktı.
Ardından aklımdan geçenler bir anda yok oldu sanki.
Kapkara oldu ortalık.
Siyaha boyandı o an gözüme değen görüntüler.
Beynim durdu.
Dünya durdu sanki.
Zaman durdu
Uçup gitti evrende ne varsa.
Her şey durdu.
Her şey…
İşte birkaç gün önce beynimde açılan pencereden görünen simsiyah bir zemindi, aldığım bir ölüm haberi nedeniyle.
Sevdiğim biri, ailesinden bir yakınını kaybettiğinin haberini verdiğinde az önceki saydıklarımı yaşadım.
Ölüm, yalan dünyanın tek gerçeği!
Bu acıyı yaşayan, üstelik ailesinden bir yakınını kaybeden kişiye o an söylenecek sözlerin anlamsız geleceğini bildiğimden hiçbir şey demedim.
Ne diyebilirdim ki…
Sadece yanında durdum, konuşmadan ama acısını da içimde hissederek, paylaşarak…
“Gitti… Ve onunla ömrümün en masum beklentileri de…” dedi, gözleri buğulanarak.
Onunla ilgili anılarının gözünün önünden geçtiğini tahmin etmek hiç zor değildi tabii.
Ve insan, o an farkına varıyor ki; hayatta yaşanan çekişmelerin, üzüntülerin, kavgaların, tartışmaların, hırsların, aşırı tüketmelerin ne kadar anlamsız olduğunu.
‘Toprağın iki metre altında herkes eşittir.’ Bu İtalyan atasözü az önceki dediklerimin doğruluğunu kanıtlamıyor mu?
E o zaman hayattaki çekişmeler, hırslar, yozlaşmalar neden? Neyin hesabı, bize bunları yaptıran?
Elimizdekilerin değerini bilerek, her şeyin makul ve mantıklı olanını esas alıp hayat yolumuza devam etmenin bizim için en iyisi olacağını…
Ki öyle ya da böyle hayat…
Bu düşünceler aklımdan geçerken “Gitti… Ve onunla ömrümün en masum beklentileri de…” dedi, az önceki sözlerini tekrarlayarak.
Yas tutan birinin o an hayatla tüm bağlarını koparmak ve hiçbir şey yapmak istemeyişini anlamak zor değil.
Ama bazen hayat öyle bir zamanlama yapıyor ki, ölüm acısını yaşasanız bile, içinize gömüp yapmak zorunda olduğunuz işler var.
Ki az önce bahsettiğim yakınını kaybeden bu kişi gibi.
‘Ölüm acısını içinde yaşarken bile mesleği gereği sahneye çıkmak, insanlara hayatı anlatmak, oyunculuğunu en iyi şekilde yapmak zorunda olduğunu’ belirtti; acısını içine gömüp, sahnede insanlara güler yüzle hayata dair bir şeyler aktarması gerektiğini bilen, oyunculuk yapan, sahneye çıkan birçok insan gibi.
Kalbi sıkışır ve bir an nefes alamayacak gibi oldu. Gözünden bir damla yaş aktı. Ve ağzından şu sözler döküldü.
‘The show must go on!’
Şov devam etmeli!
Şov da, hayat da…
Hayat; kimilerinin maskeyle, kimilerinin de maskesiz katıldığı bir şov değil mi zaten?