Güncelleme Tarihi:
Mesela, kunduracılık.
Çarşının şöyle biraz kenarında kalmış, düz ayak bir dükkan. Fırınla nalburun arasında. 10-12 metre kare yeter, fazlası fazla. Camekan ve kapı ahşap ve illa mavi boyalı olacak, ciyak mavi. Çünkü içerisi karanlık dükkanın, loş. Tepede bir çıplak ampul, benim yanımda bir akrobat lamba. Camın önünde, alçak bir iskemleye oturacağım, kucağımda bir deri örtü. Her yerde, etajerlerde, tezgahın hatta vitrinin üstünde ayakkabılar... Ezilmiş, eğri büğrü, yorgun kadın iskarpinleri, erkek mokasenleri, kesik deri parçaları, mıhlar... Dükkanda tutkal-kösele karışımı kesif bir koku. Bir köşede yanan küçük odun sobası, üstünde ıslık çalan çaydanlık, lambalı radyodan gelen cızırtılı Türk Sanat Müziği. Kara çerçeveli gözlüklerim şişedibi gibi...
Yahut kondüktörlük, Kars’a giden trende, yahut Kurtalan Ekspresi’nde.
Parlak düğmeli, yakasına kadar ilikli (Avusturya zabitlerininkine benzer) bir üniforma, başımda kepim, küçük bir oda verecekler tabii bana vagonda. Tren Hardarpaşa’da beklerken daha, peronda yolcularımı karşılayacağım tek tek. Karanlık ve ayaz. Biletlerini tık diye zımbayla deleceğim önce, sonra numaraya bakıp yol göstereceğim. Herkes odasına yerleşip, tren hareket ettiğinde, yataklarını açacağım yolcularımın. Yemekli vagondan dönüp uykuya daldıklarında, ben de odama çekileceğim ancak gece yarısı. Çağıran olur diye soyunmayacağım hemen, uzanacağım insanı dalayan battaniyenin üstüne, tıkıdık-tıkıdık salıncak gibi hareket, uzun çalan düdük ve uzaktan geçen köylerin kıpır kıpır ışıkları, göz kapaklarım ağırlaşacak... Kahvaltııı, birinci servis!
Sermayem olsa, İstanbul Yağiskelesinde gıda toptancılığı, zahirecilik.
Kocaman bir depo-dükkan, tabii düzayak, vitrinsiz, kapısız. Hemen ağzında ahşap bir kulübecik, büro niyetine. Camın önünde bir Masis masa, çağla yeşili bir Northern telefon. Telefonun üzerinde bir küçük tül örtü. Gerekçe, tozlanmasın. Aslında, sokaktan geçenler “Abi bir telefon edebilir miyim?” demesin diye. Masada başka... Hah, bordo rengi (içi kağıt, senet menet dolu) plastik bir sumen, mürekkebi kurumuş Parker masa-kalemi. Oturduğum, sağa kaykılmış döner koltuğun üzerinde tüyleri dökülmüş koyun postu, örgü bir minder. Tabii ki hemen arkamda küçük ve eski (Gaziantepli kabartmalı) bir çelik kasa, yeşil olabilir mesela. Arkamdaki duvarda Saatli Maarif Takvimi. Dükkanın girişi silme bisküvi kutusu, un çuvalı, mısırözü tenekesi... Dükkanda zahire tozu kokusu... Gelsin müşteriler, çaylar içilsin, cebimde tomarla vadeli çek... Yelekli takım elbise, kahverengi kumaş, hafif göbek de ister ki, gazete yayılıp yenen kebaplarındır kabahat...
Yahut dede mesleği, marangozluk. (Ruhi Dedem devlet memuruydu, ama her fırsatta bodruma iner, hele emekli olduktan sonra bütün gün, kuş kafesi, tabure, raf yapardı, tel testereye zeytinyağı damlatarak. Dedem de marangoz olmak isterdi belki, kim bilir!)
Depo gibi, büyücek bir yer, Ortaköy’de bir apartmanın bodrum katında. Ortada koskoca bir ahşap çalışma masası. Bir kenarına tutturulmuş işkence. Duvara dikkatle asılmış edevat. Mis gibi ağaç kokusu. Bir köşeye süpürülmüş testere talaşı. Kulağımın arkasında küçük kurşun kalem. Kalın ekose gömleğimin kolları sıvalı, içinden görünen yün fanile... Yine TRT, bu sefer maç yayını. Çekiç sesinden artık ne duyabilirsem...
Bak, uzun yol kaptanlığını unutuyordum az daha.
Ama kaptanlık, zor iş, insanlarla uğraşmak ister. Boşver! Çarkçıbaşısı, ikincisi, tayfası, ahçısı... Denizde önce Allah, sonra sen! Çakı gibi beyaz üniforma sırtında, ağzında Şarlok Holmes piposu (yeniden başlarız tütüne, n’edek!) gezinirsin tek başına güvertelerde. Düşünür, hep düşünürsün. Bol vaktin olur. Öyle pek konuşmaz kaptan dediğin, yüz göz olmaz taifesiyle. Sonra akşam, eğer yük gemisindeysen, odana getirttirirsin yemeğini. Yolcu gemisinde kaptansan eğer, başköşededir senin masan, itibarlı yolcuları davet edersin. Sonra gece, kamarana çekilirsin, bir viski, bir kitap, hafif bir müzik. Yatmadan güvertede son bir tur, denizin kokusu, ürperten rüzgar...
Gel Serdar, gemi adamıyla, müşteriyle, sahil güvenlikle filan uğraşma, boşver. İlla denizden gelen rüzgar, illa iyot kokusu istiyorsan eğer, al kendine bir aynakıç sandal... Yok, balıkçılık hayalimi daha önce anlattım. Gel bir fenere bekçi olalım seninle. Karadeniz’de. Püfür püfür rüzgar. Keşke ulaşımı zor bir ıssız ada olsa. En azından yolu izi olmayan, yalçın bir burun. Siyah beyaz zebra gibi bir uzun fener. Sessiz, sakin. Kayaları döven deli dalgalar, camlarda ıslık çalan buz gibi poyraz. Burada viski değil, şarap iyi gider. Yeşil şişede kırmızı şarap. Kırılmaz küçük payreks bardak. Köy ekmeği, peynir ve kitap. Simenon olur tabii ki, ama Jules Vernes ya da Define Adası, daha doğrusu caanım Sait... Gece, ahşap döşemeli odada, uzun yün donla yatağa girip, çakan ışığa gözler zaten alışık...
*
Ööööle okuyursunuz şimdi siz hayallerimi.
Hele bir sorun bakalım, ben bunları nasıl bir ortamda yazıyorum şu anda.
Akvaryum gibi camları açılmayan bir bina. 20-25 kişinin bir arada oturduğu bir büyük yazı işleri salonu. En az bir tanesi çakan floresan lambalar. Yerden toz üfüren hava. Çünkü camlar açılmaz, oksijen girmez. Güneş, filtreli camlardan içeri süzülmez. Telefonda kavga edenler, “Ahmeeet, bir tane kırmızı kalem gönder!” diye bağıranlar, bangır bangır televizyon, sağ köşede bir kanal, sol köşede başkası, sesler çorba... Tam konsantre olmaya çalışırken telefon çalıyor, zıplıyorum. Birisi bir şey istiyor yine. Aynı anda bir titreme masada, cep çalıyor. “Aloooo? Feridun Abi!” Lan ne Feridun’u... Serdaaar! Efendim Abi? Geliyor mu o senin kampanya haberi? Alo? Serdar? Efendim canım! Ya şu Bakan Bey’i bir de sen arasana... Abi çay ister misin? “Ahmeeet, bana bir faks gelecekti, baksana bir!” Zırrr! Alo? Efendim? Geliyor mu abi? Yahu ne bekliyordun sen benden? Dıdıdın dıdıdın! Si-en-en-Türk... Haberi manşetten alacaksınız!
Yeniden dünyaya gelsem, yine gazeteci olurdum herhalde!
Yine Hürriyet’te...