Güncelleme Tarihi:
Swahili dilinde ‘Mara’, ‘benek’ demekmiş. Tıpkı leoparların, çitaların kürklerindeki benekler gibi. Güldü mü yalnız dişleriyle değil tüm hücreleriyle gülen, kendisi de bir Massai yerlisi olan rehberimiz Maurice önümüzde alabildiğine uzanan düzlüğü gösterirken söylüyor bunu. “Şimdi yeşil olduğuna bakmayın” diyor, “Bir aya kalmaz her yer sarıya keser, şu gördüğünüz bodur ağaçlar da buradan bakıldığında kahverengi benekler gibi durur. Bölgeye Mara denmesinin nedeni budur.”
‘Out of Africa - Benim Afrikam’ filminin son sahnesinde Robert Redford’u o çok sevdiği topraklara nazır bir tepeye gömerler ya, işte o tepede, yakışıklı aktörün hayali mezarının başına kurulmuş kahvaltı soframıza geçmeden önce son bir kez bu inanılmaz coğrafyaya bakıyoruz.
Bir gece önce yağan yağmur havayı serinletmiş, rüzgâr dinmiş, savana haniyse hareketsiz...
Çok ileriden geçen bir babun sürüsü ve kuş sesleri de olmasa doğa sanki bir fotoğraf karesi... Belleğe kazınan, yaşadıkça hatırlanacak türden.
İçimden, sevmeye gör bu kıtayı diye geçiriyorum, dönüp dolaşıp yine buraya gelirsin.
Ve her seferinde kendinde yeni bir ‘ben’ keşfedersin.
Bir ordu sökün ediyor sonra aklıma: İşte Karen Blixen, işte Hemingway, işte Huston işte burnumun dibindeki canlı örnek Süha Derbent ve daha niceleri...
Kimler kimler bu toprağa divane olmadı ki ?
BİN YIL ÖNCE MASSAİ
Afrika acı, Afrika acımasız, Afrika yoksul ama Afrika özel, Afrika güzel, Afrika biricik... Biz şehir sersemlerinin anlayamayacağı kadar üstelik.
Sessizce tek tek bütün benekler, tek tek bütün otlar ve o otların arasına gizlenmiş canlarla vedalaşıyorum. Şimdi gittiğime bakmayın diyorum, mutlaka döneceğim. ‘Döndüm ki döndüğüm yerde değilim’ diyen şaire selam çakarak.
Buradaki hayat bin yıl önce nasıldı acaba?
Nereye gidersem gideyim aklıma düşen sorudur bu. Bir tür gizli oyun: Tarihini biliyorsam ne alâ, gezindiğim yerlerde geçmişin izini sürer, gözümde gündelik hayatın nasıl aktığını canlandırmaya çalışırım. Bilmiyorsam da öğrenmeye. İlk kez burada bu küçük Massai köyünde aklıma düşmedi bu çengelli soru. Çünkü açık: Bin yıl önce de belli ki bu köyde hayat aynen böyleydi.
Ortada ağıl. Ağılın çevresinde tek göz basık tavanlı kerpiç evler, kabile erkeklerinin buluşup köyün derdine deva aradıkları derme çatma toplantı yeri, evlerin kapılarından kaçamak bakış atan boncuk kadınlar, kesif tezek kokusu, kesif sıcak, kesif sinek... Bir de çevrede otlayan birkaç sıska keçiyle birkaç inek.
CILIZ SÜRÜLER VE TURİSTLER
Günde üç bin turist akımına uğrayan düzlükteki köyden içeri adım attığım an buranın turistlere özel hazırlanmış bir dekor mu yoksa gerçek bir köy mü olduğu sorusu aklımı kurcalamadı değil. Karşılama töreni, yöresel ıvır zıvırın satıldığı pazar yeri, haniyse her gelen gruba aynı cümleleri kurarak Massai göreneklerini anlatan’savaşçı’ bende önce yılda birkaç kez ortaya dökülen mehteran takımı izlenimi uyandırdıysa da kadınların ve çocukların gözlerindeki ürkeklik edindiğim izlenimin yanlış olduğunu haykırdı durdu ziyaret boyu...
Aklım ikisi arasında salınırken gözüm o albinolu çocuğa değdi sonra... Kararımı verdim: Gerçek bir köy bu dedim. Bu insanlar tıpkı bin yıl önce olduğu gibi yaşıyorlar. Tek farkla: O zamanlar avladıklarıyla beslenirlermiş, şimdiyse devlet yardımı cılız sürüleri ve yüzyıl salgını gürbüz turistlerle...
Afrika acı, Afrika yoksul, Afrika yoksun. Dünya tarafından gözden çıkarılmış, kaderine terk edilmiş eski kıta. Ama Afrika özel, Afrika güzel, Afrika biricik... Ve varsa dünya için bir gelecek inanın o Afrika sayesinde gelecek.
Teşekkürü borç bilirim: Başta Süha ile böyle bir proje gerçekleştirip hayata geçiren Üstün Özbey’e. Bu projenin tanıtımını üstlenen alev saçlı kadına... Nur’a. Ve çektiği fotoğraflar kadar sahici Süha’ya. Sayenizde müthiş bir yolculuğa çıktım: Afrika’ya, Kenya’ya, derimin altına...
ALBİNO BELASI
Kenya’ya gidene kadar Afrika’daki albino sorununu bilmezdim. Kara kıtada Avrupa ve Kuzey Amerika’nın beş katı albino vakasına rastlandığından, bu hastalığa yakalananların yüzde seksen beşinin deri kanserinden öldüğünden, daha beteri hurafelerden ötürü özellikle de Tanzanya’da albinolu çocukların lanetli kabul edilip öldürüldüğünden, daha da beteri kimi şifacıların kimi hastalıkları otamak için albinolu çocuk kemikleri istediğinden, bu yüzden de yirmi dolar gibi meblağ karşılığında çocukların kaçırılıp ellerinin kollarının kesildiğinden haberim yoktu. Taa ki o çocuğu görene kadar.
Babası mı, amcası mı, koruyucusu mu bilmem tülbentler içindeki çocuğa baktığımı gören bir Massai yerlisi bizim için onlar Tanrı’nın melekleridir dedi. O an ne dediğini anlamadım. Afrika insanın peşini bırakmıyor derken yalan söylemiyorum.
Dönüşte Fransız televizyonunda tam da bu konuyla ilgili bir belgesel izleyene kadar da olayın vahametini kavrayamadım. Meğer kapkara topraklara bembeyaz doğan o çocuk için melek derken biz vahşi değiliz demek istermiş. Dil dediğin aslında bilgi. Hissi çöpe attığında zinhar öğrenemeyeceğin.