Güncelleme Tarihi:
Fransızlar’ın millî bayramı olan 14 Temmuz akşamı, cebren ve hileyle, Beyoğlu’ndaki Fransız Sarayı bahçesinde verilen davete katılttırıldım.
(Paris’e gittiğimde sokak sokak, Fransız İhtilali’nin sembolü olan, Bastille Şatosu’nu aramış, bulamayınca yoldan geçen bir Fransız’a sormuş, ‘Hapishane 1789 Devrimi sırasında yıkıldı, yani iki yüz sene kadar geç kaldınız’ cevabını yalayıp yutmuştum... Yani 14 Temmuz’un buruk bir anısı vardır bende.)
İşim ancak bitti, saat 8’de gidebildim, böylece girişte davetlileri karşılayan başkonsolosun elini sıkmaktan da kurtulmuş oldum.
Ama Allah için bu sene (ara sıra zorla götürürler beni, onun için mukayese edebiliyorum) resepsiyon dört dörtlüktü.
Beyoğlu’nun göbeğinde, tarihî binalarla çevrili bahçe nefis, müzik, içkiler, mezeler, yemekler... Bol çeşit, nefis... Allah için!
(Bu sene bir de sürpriz yapmışlar, Fransa Cumhuriyeti Sembolleri diye çok şık bir broşür dağıttılar davetlilere, ön sözünü Fransız Akademisi’nden Alain Decaux yazmış üstelik...)
İstiklal Marşı, Marseillaise, saygı duruşu ve yemek içmek. Her sene aynı insanlar. İstanbul’da yaşayan Fransızlar, Fransa ile ticarî veya kültürel ilişkisi olanlar ve Fransızca dostları...
Bahçede, bildiğiniz kokteyl işte. Hanidir görmediğiniz veya her gün gördüğünüz çehreler, laf olsun diye sohbetler, zaten karşınızdaki sizinle konuşurken bir yandan elindeki kadehten şampanya içmekte, bir yandan çatalının kenarıyla soğuk eti keserken, tabağa doğru eğilip ponçik ekmeği ısırmakta, gözü de zaten sizde değil, etrafta tanıdık birileri var mı diye fırıl fırıl...
Ama dedim ya, artık 14 Temmuz davetleri dört dörtlük... İçki ve yiyecek bol olunca, insanların da garsonlara saldırması gerekmiyor...
Eskiden, sadece (o da her sene değil) üç beş şişe şampanya açılır, kanapeler de sınırlı olurdu. Daha garsonlar mermer merdivenlerin son basamağına inip, bahçeye ulaşana kadar, kavruk kuvruk kokonalar atılır, servis tabağındaki ançuezli, tonlu, gravyerli, zeytin ezmeli kanapeleri avuçlar, ikisini üçünü ağzına tıkarken, bir o kadar da sol kollarında asılı duran kocaman çantaya doldururlardı... Garsonlar üzerlerine saldıran yaşlı kadınları püskürtemez, tabaklar iki dakikada boşalırdı. Siz, bahçede “monden” (Türk Dil Kurumu = Yüksek sosyeteye değgin, kibarlar âlemiyle ilgili) bir şekilde bekleyen davetliler, fiyakayı bozup itiş katışa katılamadığınız için, havayı alır, aç kalırdınız sonunda.
Eski Başkonsoloslardan Mösyö Casa eli bol çıktı da, kıtlık ortadan kalktı. O tarihte bazı dedikoducular “Başkonsolosluğun bu tür davetler için yeterli ödeneği her zaman vardı, ama başkonsoloslar parayı başka yerlere, şahsî davetlerine harcıyordu” dediler.
Neticede, kıtlık ortadan kalkınca, o çirkin manzara da bitti, kimbilir belki de bu arada kokonaların nesli de tükendi. Kimdi bunlar, diyeceksiniz. Anlatayım, çünkü, İstanbul’da yaşayan Fransız-Fransızcacı nüfusunu birkaç kategoriye toplamak mümkün:
(1) Başkonsoloslukta ve diğer resmî kurumlarda çalışan Fransız memurlar, bunlar geçici bir süre için İstanbul’da görev yaparlar. İçlerinde çok hoş, kaliteli insanlar vardır, ama, az da olsa,Londra’ya, New York’a, Roma’ya tayin edilmeyip İstanbul’a “düştükleri” için eziklik duyan, kompleksini Türkiye’yi mekân tutmuş Fransızlar’ı, Türkler’le evli vatandaşlarını “hor gören” bir tavırla tatmin etmeye çalışanlar da vardır. Bunlar, mümkün olduğu kadar Türk kalabalığının içine karışmamaya, Türkler’le evlenerek üstün Fransız ırkına ihanet etmiş vatandaşlarıyla görüşmememeye itina ederler. Ben de, bir iki adam gibi adam hariç, bunlarla yan yana gelmemeye özen gösteririm daima.
(2) Türkiye’deki Fransız şirketlerinde görev yapan Fransızlar ve eşleri. Sizin gibi, benim gibi insanlardır. İyisi de çıkar kötüsü de. Çok sevdiğimiz dostlarımız olmuştur. Dostluklarının en kötü yanı, bir iki sene sonra, belki de bir daha hiç görüşmemek üzere, ayrılacağınızı bilmektir. İçlerinde, az da olsa, Fransa’da orta boy bir yönetici olarak kıt kanaat geçinir, ya Paris’in 20.mahallesinde 70 metrekare bir dairede oturup işe metroyla giderken, ya da taşrada mütevazı bir hayat sürerken, İstanbul’a, yani “mahrumiyet bölgesine” tayin edilip cepleri ayda 8-10 bin avra para görünce, Boğaz’a uzaktan bakan sitelerdeki havuzlu villalarda, ahçılı şoförlü bir hayatın içine düşünce hafif sendeleyenler, benneymişim beabileşenler çıksa da, (Genelde lüks bürolar – klimalı şoförlü makam arabaları – Bebek sırtlarında havuzlu villalar arasında yaşadıkları için, gerçekten de sadece iyi yüzünü gördükleri İstanbul’dan hoşnutturlar) çoğu hoş insanlardır, Türkiye’de olmaktan, Türkler’le tanışıp, Türkçe bir iki kelime etmekten hoşlanırlar.
(3) Türkiye’de öğretmenlik filan yapan dar bütçeli Fransızlar. Genellikle Taksim-Cihangir bölgesini mesken tutarlar, başlangıç seviyesinde entel oldukları için Türkiye ve Türk toplumu hakkında kısa sürede kesin intiba edinirler; Kürtler’e yapılan eziyete son verilmesi gerektiğine, sözde Ermeni soykırımını tanımanın zamanının geldiğine, karakollarımızda işkence yapıldığına, Türkiye’de militer bir faşizm olduğuna kanaat getirmişlerdir ki... bunu Türkiye’yi ve Türk halkını çok sevdiklerinden, bizim iyiliğimiz için dile getirirler genelde ve gerçekten de, Fransa topraklarına ayak basınca kendini sevdirmek için Türkiye aleyhine konuşması gerektiğini zanneden Türkler gibi, hem sevip hem tenkit ederler. İnsan hakları savunucusu, solcu, hümanist olmak gibi ufak tefek kusurlarını görmezden gelirseniz, birlikte olması keyifli insanlardır. Zaten ilişkileri de pek uzun sürmez, bizim gibilere pek takılmazlar.
(4) Türkler’le evlenmiş veya evlenmemiş ama burayı vatan seçmiş Fransızlar. Bu gruba hemen sadece kadınlar (Fransız gelinler) girer. Sizden benden daha iyi adapte olmuşlardır buralara, içlerinde “alaturka” olanlar bile vardır, İstanbul’u değme İstanbullu’dan iyi tanırlar, pahalı diye taksiye binmez otobüsle gezerler, pazar yerinden alışveriş yapar, pazarlık etmeye bayılırlar; Türkiye’yi ve Türkler’i o kadar benimsemişlerdir ki (Fransızlık da var ya...) kırmızı ışıkta geçen taksiciye, yere tüküren davara Türkler’den önce davranıp şarlarlar, Türk örf ve adetlerine sizden benden iyi sahip çıkarlar, apartmanda biri ölse helva pişirir, Muharrem’de konu komşuya aşure dağıtırlar. Türkiye’de veya dışarıda, bir “Fransız-Fransız” Türkiye’yi veya Türkler’i eleştirmeye görsün, birden Türk milliyetçisi kesilirler. Türkçe konusunda biraz özürlüdürler ama bu bile çok sevimlidir...
(5) İstanbul’daki Fransız liselerinden mezun olmuş, Fransız kültürü almış, Fransızca’yı günlük hayatta kullansın kullanmasın Fransa’yla teması koparmamış Türkler. İçlerinde Galatasaray Lisesi mezunlarıyla gayrimüslimler çoğunluktadır. Genelde kültürlü, hoş, kaliteli ve (ne de olsa Fransa’ya bulaşmışlık var ya) biraz da ukala ve muhtaka fırlama insanlardır. Severim, aralarında çok arkadaşım vardır, birlikte olmaktan büyük keyif alırım ve sık görüşürüm. Genelde Fransa’yı, Fransızlar’ı, Fransız mantığını, kültürünü, züppeliğini savunmakla tenkit etmek arasında sıkışıp kalmışlardır. Yani hem severler, hem döverler; “birisi Fransızlar’ı tenkit edecekse, ben ederim” derler; benimsedikleri için ağır şekilde eleştirmek hakkını kendilerinde görürler, tıpkı bu satırların yazarı gibi.
(6) Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Frer mekteplerinde okumuş, Osmanlı Bankası’nda, Reji’de, Wagon-Lits’de muhasebede yahut satışta Türkçe’yi iyi kötü biliyor diye çalışmış, Türkiye’nin yarı-sömürge, Fransız şirketlerinin de sömürgeci olduğu günlerde, Fransız “efendilere” hizmet etmiş olmanın alelâde Türk halkına verdiği üstünlüğün tadını hâlâ, 80 sene sonra protez damağında hisseden dinolardır bunlar ki nesilleri tükenmek üzeredir, iyice ufalmış ve azalmışlardır, dirseği erimiş siyah takım elbiseleri dökülmeye yüz tutmuş, çatlak dudaklarına taşıra taşıra sürdükleri cart kırmızı ruj kuruyup pul pul dökülmeye başlamıştır artık. Sadece Fransız Sarayı’ndaki 14 Temmuz kutlamasına değil, İstanbul’un “Constantinople” olduğu günleri, Fransız, İngiliz, İtalyan, Hollanda konsolosluklarının Büyükelçilik olduğu, bir kenarda dikilip efendilerinin ekmeğinden tırtıkladıkları o nostaljik (!) günleri hatırlatan her resepsiyonun vazgeçilmez davetsiz davetlileridir onlar. Davetsiz, çünkü davet etmeye gerek yoktur, hangi ülkenin millî günü nerede, ne zaman kutlanacak, Şeker Şirketi’nin amblemini taşıyan 1936 tarihli cep defterlerinde yazılıdır hepsi...
*
Eee? diyeceksiniz, yani?
Seviyorum Hâkim Bey, ne yapayım, her şeye rağmen, bu illet milleti seviyorum işte...